Bu şehr-i istanbul ki… -2 (16. yüzyılda Büyükada’da bir elçi)

Sami AJİ Köşe Yazısı
2 Ocak 2014 Perşembe

Önceki yazımda, zaman tüneli yöntemini kullanarak evime davet ettiğim ve İstanbul’u muhtelif tarihlerde ziyaret etmiş kişilerin görüşlerini aktarmaya başlamıştım.

Toplantıya bir yemek arası verdiğimde, masada tam karşıma, genç, sempatik, kendinden çok emin, bir kişi oturdu. Kendimi tanıttıktan sonra, ismini sordum.

- Ben Ogier Ghislain De Busbecq1 demez mi? Derhal ayağa fırladım.

 - Ekselansları, beni şereflendirdiniz, davetimi kabul edeceğinizi tahmin etmiyordum. Çok teşekkür ederim.

- Emin olun takriben yedi yılımı geçirdiğim bu şehri ben de özlemiştim. Davetinizi alınca fırsatı kaçırmadım.

- Sayın Büyükelçi, İstanbul’da ikamet ettiğiniz bu devre, belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak dönemiydi. Ve yanılmıyorsam Sultan Süleyman ve saray erkanıyla ile yakın temaslarınız oldu. Size sayısız sualler sorabilirim ama İstanbul’la sınırlı kalmaya çalışacağım.

Başlayabilir miyiz?

- Tabii. Ancak önce benim bir sualim var. Kitaplığınızda birçok İspanyolca eser gördüm. Ve bilhassa şu pencerenin yanındaki dokuz kollu şamdan dikkatimi çekti. Siz Sefarad mısınız?

- Evet

- Şu tesadüfe bakın 450 sene evvel buraya geldiğimde yine bir Sefarad’ın evine davet edilmiştim. Oradakilerle de İspanyolca görüşmüştüm. Gerçekten büyük bir rastlantıdır. Ama konumuz bu değil herhalde. Buyurun söz sizde.

- Ekselansları İstanbul’un sizi etkileyen en önemli yönü nedir diye sorsam, cevabınız ne olurdu?

- Hiçbir yer bu kadar uygun bir konumda ve böylesine güzellikte olamaz. Sanki İstanbul, dünya başkenti olmak için özellikle yaratılmış.

- Vow! Şahane bir tarif, çok etkilendiğiniz açık.

- Doğru; tabiat ve stratejik konumu böylesine bir uyum içinde görmek gerçekten şaşırtıcı. Ancak şehrin yapıları ve sokakları için öyle bir şey söyleyemeyeceğim. Tamamen her türlü estetikten yoksun, sağlıksız ve bilhassa yangınlara karşı korunaksız… Topkapı Sarayı dahi geniş bir alan içine serpiştirilmiş çadırlar gibi duruyor.

Bizans’tan kalan anıtları, binaları ziyaret ettim. Evim Konstatin’in sütununa2 yakın olduğundan çoğunun önünden sık sık geçerdim. Ayasofya hariç diğerlerini pek ilginç bulmadım. Esasen önemli bir kısmı yangın ve yakın zamandaki bir depremden dolayı epey harap bir halde idiler.

- Şehrin dışına da çıktınız herhalde?

- Sualiniz ilginç. Takriben yedi sene burada kalmama rağmen hareket serbestim çok sınırlıydı. Bazen uzun süre evden dışarı çıkamazdım. Çıktığım zamanlarda da yanımda tercümanım ve daima bir veya iki refakatçi bulunurdu. Yani sürekli kontrol altında idim. Ancak bir salgın hastalık yüzünden şehrin dışına çıkmamı tavsiye ettiler. Saraydan izin alıp Prinkipo’ya gittim ve orada üç ay kaldım.

- Bu söylediğiniz çok ilginç. Dostlarımın çoğunun, Prens Adaları hakkında anlatacaklarınızı duymak için can atacaklarına eminim.

- Harika bir yer. Sükûnet ve huzur adeta sizi kucaklıyor. Orada sadece Rumlar yaşıyordu ve zaten evi de onlardan kiraladım. Tabiatın yaratabileceği tüm bitkileri gördüğüm hissine kapıldım. Denizi ise tek kelimeyle muhteşemdi. Envai çeşit balıklar, ıstakoz yengeçler, vs adeta elinizin hizasındaydılar. Balıkçılarla beraber avlanmak ve balıkları görerek avlamak çok zevkli idi. Hava müsaade ettiği sürece de küçük bir yelkenli ile diğer adaların etraflarını dolaşmak ayrı bir keyif idi. Her gün sabah veya akşam adanın turunu yürüyerek yapmayı adet edinmiştim. Bu yürüyüşlerin ve ada havasının sıhhatime çok büyük katkıda bulunduğuna eminim. Oradan hiç ayrılmak istemezdim ama Saray’dan uyarı geldi. Bir elçinin, merkezden daha uzun süre kalmasına izin yoktu ve şehre döndüm.

- Evinizden uzun süreler çıkmadığınızı söylemiştiniz. Peki, vaktinizi nasıl geçiriyordunuz?

- En yakın arkadaşlarım, kitaplarımdı. Onlarla çok iyi vakit geçirdim. Ayrıca evimin bahçesi müsaitti ve oraya bir tenis3 sahası yaptırdım. Her gün tenis oynamayı alışkanlık haline getirdim. Akşam yemeklerinden sonra da ok atışları yapardım. Böylece formumu muhafaza etmek imkânını buldum.

- İstanbul’da sosyal bakımdan ilginizi çeken noktalar oldu mu?

- Bir Avrupalı için her şey çok değişikti. Ama birkaç tespitimi şöyle sıralayayım: halkın çiçek merakı ve sevgisi inanılmaz boyutlarda. Nadir bulunan veya yeni yaratılan bir lale için servetler ödendiğine şahit oldum.

Hayvan sevgisi en az çiçekler kadar yoğun. Ama zavallı ayılara birkaç kuruş kazanmak uğruna niye bu kadar eziyet edildiğini anlayamadım. Bu arada –belki inanamayacaksınız–dans eden ve top oynayan filler gördüm. Fil terbiyecisi topu hayvana doğru fırlatıyor, fil hortumu ile onu yakalıyor ve tekrar sahibine geri gönderiyordu.

Halkın kişisel temizliklere verdiği önem dikkat çekici idi. Şehrin her tarafında hamamlar vardı. Camilerin şadırvanlarının aynı maksada yönelik olduklarını söyleyebilirim. Yine camilerin etrafına inşa edilen ve külliye dedikleri mekânlarda mutlaka sağlığa yönelik bölümleri de vardı. Hatta oralarda müzik ile tedavi yöntemi de uygulanıyordu.

Ancak yine beni çok şaşırtan bir noktayı da belirtmem lazım. Osmanlılar belli alanlarda Avrupa’da çıkan yenilikleri hemen benimsediler hatta kendileri imal etmeye başladılar. Kitap hariç; kitapların basılmasına müsaade etmedikleri gibi, halka açık kütüphaneler de görmedim. Ayrıca Avrupa şehirlerinde artık çok yaygın olan meydan saatlerini de niye kullanmadıklarını anlayamadım. Bir dini inanış veya baskıdan kaynaklandığını tahmin ediyorum.

- Sayın Büyükelçi ziyaretinizin esas sebebi ne idi? Niçin bu kadar uzun süre kaldınız? Temaslarınız esnasında karşılaştığınız ilginç olaylar nelerdi ve nihayet istediğinizi elde ettiniz mi?

- Beni burada saatlerce tutmaya niyetiniz var galiba?

- Bir içki ikram edebilir miyim?

- Lütfen, ama bana, uzun zamandır hasretini çektiğim bir kahve söyleyin lütfen.

 Söyleşime burada ara veriyorum.  Gelecek sene görüşmek üzere…

 

 

1 Ogier Ghislain de Busbecq (1522-1592): Avusturya İmparatoru’nun elçisi. 1554 sonu ve 1562 yılları arasında İstanbul’da görev yapmıştı. Yukarıdaki söyleşim ve gelecek yazım,  arkadaşına yazdığı mektuplarından aktarmalardır.(İtalik ile yazılmış bölümler “The Turkish Letters” - Oxford 1927, The Clarendon Press adlı kitaptan alınmıştır.)

2 Çemberlitaş’taki sütun, 4. asırda imparatorun kendisi tarafından Roma’dan sökülüp bugünkü yerine getirtilmiştir.

3 Modern tenisi kastetmiyor. Ancak ‘tenis’ terimi gerçekten 15. asır başı, 16. asır sonunda çok benzer bir oyuna verilen isimdi ve Fransızca “Tenez” (=tutun, yakalayın) kelimesinden türemişti.