Bu şehr-i İstanbul ki (Şair Nedim)

Sami AJİ Köşe Yazısı
18 Aralık 2013 Çarşamba

Belki okumuşsunuzdur; geçen ay İstanbul’da tertiplenen ‘İnnovasyon Haftası’nda geçmişe yolculuğun mümkün olacağı söyleniyordu. Ben de bu yöntemi deneyerek zaman tünelinden istifade edeyim dedim ve İstanbul’u ziyaret etmiş tanıdık birkaç yabancı misafiri evime davet ettim.

Beni kırmayıp geldiler.

“Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, acaba İstanbul’da sizi en fazla etkileyen neydi? Kısaca anlatabilir misiniz?” diye sordum onlara.

İlk sözü alan “İbn-i Ben Yahya oldu1:

“Buraya 9. asırda geldim. Beni en çok etkileyen suyunuzun bolluğu ve suyu her tarafa dağıtmak için kullandığınız kemer sistemleridir.  Şehir sanat eserleri ile dolu. Ancak meydanların her köşeye yerleştirilmiş heykeller beni çok tedirgin etti. Buna rağmen Ayasofya’nın hemen yakınında bulunan İmparator Justinianus’u at üstünde gösteren heykel olağanüstü bir eserdir.

Hipodrom’a, at yarışları seyretmeye gittiğimde, hiç yakıştıramadığım bir olayla karşılaştım: Meğerse Yeşiller ve Maviler diye iki rakip takımınız varmış. Bunlar adeta iki düşman kabile gibi ve Hipodrom’da ayrı yerlerde oturtuluyorlar. Bir ara, yarış atının biri tökezler gibi oldu ve o anda seyirciler birbirlerine saldırdılar. Ben aniden aralarında kaldım ve canımı zor kurtardım. Ama yarışlardan da müthiş zevk aldığımı da itiraf etmeliyim.”

Hemen arkasından Odon de  de Deuil2 söze başladı. “Ben Konstantinopolis’ten Jerusalem’i kurtarmak maksadıyla yola çıkan bir Fransız ordusuyla geçtim. Greklerin gurur kaynağı olduğunu bildiğim bu şehir bana bir yelkenliyi andırıyor: Bir ucunda Ayasofya ve Konstantin’in Sarayı, diğer ucunda ise Blacherna sarayı bulunuyor. Her şeyi ile bu şehir zamanın çok ötesinde. Ancak sokaklar bir sürü serseriye ve fakir fukaraya bırakılmış. Pislik korkunç, çöpler her tarafta dağ gibi yığılmış. Geceleri dehşet verici suçlar işleniyor.”

“Bu kanaatte değilim” diyerek misafirlerden biri ayağa kalktı. “Özür dilerim, bendeniz, El İdrisi3. Ben de aynı yıllarda burada idim. Altın Kapı’dan4 içeri girdiğim andan itibaren hayranlığım her adımda arttı. İstanbul’la mukayese edilebilecek bir şehrin yeryüzünde bulunabileceğine inanmıyorum. Benim her gezdiğim gördüğüm semt çok temizdi. Öyle bir fukaralık da görmedim tam tersine zenginlik fışkırıyordu. Hele büyük sarayın kendisi ve onu çevreleyen yapılar göz kamaştırıcı güzellikteydiler. Tüm etraf sanki büyük bir bahçe ve denizle adeta kucaklaşıyordu.”

“Ben de aynı şeyleri söyleyebilirim,” diyerek Benjamın de Tudela5 söze girdi. Ben de 12.asrın ortalarında burada idim. Evet, surlar dışında yer alan ve deri imalathanelerin bulunduğu semt bir felâket. Ama bu şehir her yönüyle muhteşem. Tüm dünyanın bütün servetlerini bir araya getirseniz, İstanbul’daki zenginliğe erişemezsiniz. Hele Ayasofya; böyle bir tapınağın var olabileceğini hayal bile edemezdim. İnsanın nefesini kesen bir sanat eseri olması bir yana hazine bölümünde gördüklerim inanılması güç boyutlarda.

Dünyanın her tarafından gelen insanlara burada rastlamak mümkündür.

Ancak dikkatimi çeken noktayı da sizlerle paylaşmak isterim. Erkekler, kadınsı giyim ve kuşamlara, zevke, sefaya, içkiye çok meraklılar. Savaşmak ve savaş ihtimalini hiç düşünmüyorlar. Bu durum ilerde ciddi sorunlar yaratabilir.”

Tudela’nın bu son sözleri üzerine odaya bir sessizlik çöktü. Herkesi düşünceli bir hal aldı.

Misafirlerden biri başını öne eğmiş, sanki görünmemeyi tercih eder gibi idi. 

“Özür dilerim,” dedim;  “bir rahatsızlığınız mı var?” “Hayır,” diye cevap verdi. “Sadece çok üzgünüm ama konuşmasam ayıp olacak. Ben Geoffroi de Villehardouin.6 Bütün bu anlatılan güzellikleri gören ama tüm bunların da nasıl talan edildiğine şahit olan kişiyim.

1203 yılında biz de Jerusalem’e doğru büyük bir orduyla yola çıktık ama bir sürü entrikalar sonunda buraya getirildik. Bizans imparatorlarının birbirleriye düştükleri antlaşmazlık ve ihanetleri sonucu, şehre saldırdık. Askerler ve komutanlar hiçbir zaman böylesine bir zenginliği görmedikleri gibi bazılarının değerlerinin farkında bile değillerdi. Şehir o güne kadar tarihin kaydetmediği bir yağmaya uğradı. Parlayan ne varsa saldırganlar arasında paylaşıldı. Şehrin çok önemli bir bölümü de iki gün süren yangın sonucu mahvoldu ve muazzam yapıların nasıl çöktüklerini ve yok olduklarını gözlerimle gördüm. Artık İstanbul’un tekrar kendine gelebileceğine inanmıyorum.”

Salon’daki hava gittikçe ağırlaşmaktaydı. O  anda bir Fransız asilzadesi yerinden kalkıp Geoffroi’nın yanına yaklaştı.

“O kadar çok üzülme dostum,” dedi. “Ben Gılles le Bouvier7, senden 200 sene sonra İstanbul’a geldim. Doğu Romalılar sizden 60 yıl sonra yeniden duruma hâkim olmuşlar. Benim gördüğüm kadarı ile nüfus epey azalmıştı; ama ticari faaliyetler tüm hızı ile sürüyordu. Birçok ticaret kolonileri faaliyetlerini rahatlıkla sürdürmekteydiler. Harap olmuş çok bina vardı ama başta Ayasofya olmak üzere sayısız kiliseler hâlâ ihtişamlarını muhafaza etmekteydiler.”

Biraz yumuşayan ortamdan istifade ederek misafirlere bir mola teklif edip herkesi sofraya davet ettim. Tam o anda sanki kendini hiç belli etmemeye çalışarak yavaşça masaya doğru yönelen birini gördüm. Yanına yaklaştım.

 “Af edersiniz siz kimsiniz?”

“Ben Yorgios Sfransis.8 Davetli değildim. Gelmemeliydim, ama bir arkadaşa gönderdiğiniz davetiye her nasılsa bana gelmiş ben de dayanamayıp geldim. Lütfen kusuruma bakmayın.”

“Ben Konstantinopolis’in düşüşünü gördüm. Kuşatmanın en son anına kadar İmparatorum’un yanındaydım. Artık hiçbir ümit kalmayınca onun kesin emrine uyarak 28 Mayıs 1453’te gece yarısı surlardan ayrıldım ve limanda bekleyen en son gemiye binerek şehri terk ettim. Son hücumdan birkaç gün evvel, Sultan’ın elçileri bize gelip şehri teslim etmemiz karşılığında yağmaya gidilmeyeceğine dair bir anlaşma teklif etti. Bütün ısrarlarımıza rağmen İmparator, bu teklifi kabul etmedi; edemezdi; bana, aynen, ‘atalarımın bana emanet ettikleri bir şehri savaşmadan terk etmek tüm ecdadımın hatırasına hakarettir’ demişti.”

Notlarımı aktarmaya burada ara veriyorum. Moladan sonra anlatılanlara gelecek yazımda yer vermeyi düşünüyorum.

Not: Yukarıdaki kronolojik sıralamayı, Jean Eberlost’un 1918 tarihinde yayınladığı “Les Voyageurs du Levant” adlı eserinden faydalanarak yaptım.

1 İbn-i Yahya: MS 810’lu yıllarda Aşkelon’da esir düşerek İstanbul’a getirildi. Önemli bir kişi olduğu anlaşılıyor çünkü İstanbul’dan sonra Selanik ve Roma’da ağırlanmış.

2 Odon de Deuil (1110-1151): İkinci Haçlı Seferi’ne katılmış ve bu seferde İstanbul’dan geçmiştir.

3 El İdrisi-Muhammed Şerif (1099-1161): Septe (İspanya) doğumlu ünlü coğrafyacı.

4 Altın Kapı (Porta Aurea): Yedikule’de, bugün de ziyaret edilebilir. Bizans imparatorlarının zaferden dönerken giriş yaptıkları kapı.

5 Benjamin de Tudela (1130-1173): Ünlü İspanyol Yahudi seyyahı. ‘Viajes’ adlı eseri tüm Bizans tarihçileri için önemli bir kaynak teşkil eder.

6 Geoffroi De Villehaourdin (1160-1212). 4. Haçlı Seferi’ne katılmış ünlü Fransız komutanlarından biridir. Hatıraları 4. Haçlı Seferi’nin İstanbul’da yarattığı korkunç yıkımın ve talanların en önemli belgesini teşkil ederler.

7 Gilles le Bouvier (1386-1455): Fransa Kralı 7. Charles’ın özel temsilcisi olarak İstanbul’a gönderilmiş ve bir süre burada kalmıştır.

8 Yorgios Sfrancis (Jorj Franses) (1401-1477): “Şehir Düştü” adlı hatıratı Bizans’ın son günlerinin dramını anlatan eserlerden biridir.