Beyoğlu’nun En Güzel Abisi

Bu yazı geçmişi ile hesaplaşamayan tüm halklar için

Mois GABAY Köşe Yazısı 0 yorum
31 Ekim 2013 Perşembe

Karaköy Rum İlkokulu’nun çatı katındaki terastan adeta terk edilmiş İstanbul’u izliyorum. Şehir hiç olmadığı kadar sakin, tıpkı tatile gidenler gibi İstanbul’da nefes alıyor o akşam. Yüzyıllık tarihi binanın her katı İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yapıyor. Karaköy Antrepo’daki sergilerden sonra soluğu burada alıyorum. İstanbul’da turist olarak geçirdiğim keyifli saatleri uzaklardan gelen yaşlı bir hanımın sesi kesiyor. İstanbul Bienali’nin en son sergisinde ‘Sulukule ve Kentsel Dönüşüm’ konusu ele alınmış. Sayısı yüz binlerden yüzlere düşmüş bir azınlık cemaatinin binasında başka bir azınlık toplumun yakarışını hissediyorum. Altmışlı yaşlarında Roman bir teyzenin ekrandan duyulan “Evimizden, sokağımızdan olduk. Bizden ne istediler. Sırf güçsüz olduğumuz için bunları yaşadık” açıklaması oradan geçen herkesin duraklamasına sebep oluyor. Sulukulelilerin sessiz çığlıkları devamediyor. “Kolaysa kentsel dönüşümü Gazi Mahallesi’nde yapsınlar ya, bırakın dönüşümü daha mahalleye giremiyorlar.” diye söze devam ediyor. Koltuğa çöküp sonuna kadar video kaydını izliyorum. Sulukule ve Romanlar deyince aklıma her sene yılbaşımızı renklendiren “Ahırkapı Roman Orkestrası” geliyor. Armada Otel’in girişiminde yıllar evvel kurulan orkestra turistik eğlencelerin, Hıdrellez Şenlikleri’nin vazgeçilmez rengi, misafirlerin neşe kaynağı. İşlerini o kadar doğal ve amatör ruhla profesyonelce yapıyorlar ki bir kez klarnetin sesini duyduğunda en kelli felli turist bile birkaç dakika sonra kendini dans pistinde buluyor. Yanı başımızdaki hemşerilerimizin çektiği sıkıntıları görmek insanı düşündürüyor. Çatı katının duvarları, kentsel dönüşüm projeleri ve yapılan rant hesaplarını gazete haberleri ile anlatıyor. Başkalarının mutsuzluğu üstüne mutluluk kurma düşüncesi, para hırsı insanı sonradan pişman olacağı hareketlere yönlendiriyor. İnşaat sektöründe her zaman en büyük paralar toplumun en fakir kesiminin sırtından kazanılıyor. “Kentsel dönüşüm” adı altında boşaltılan arsalara değerinin en az üç dört katına satılmak üzere yapılan yeni evler karakterini kaybetmiş semtler yaratıyor. Şimdilerde Sulukule, Tarlabaşı geri dönüşü olmayan bir dönüşüm yaşıyor. Evlerinden, yurtlarından olanların özlemi, kaybedilen hayatlar paranın önüne geçemiyor. Gün gelip yapılan hataları cesur birileri çıkıp yakarana dek onların sesi Bienal salonlarında duyarlı bir azınlığın arasında sessiz bir çığlık olarak kalıyor. Sulukule’nin buruk insanları yıllar sonra birer roman kahramanı olarak karşımıza çıkana kadar birilerinin onları fark etmesini bekleyecekler.

Toplumsal hafızalarımıza hikâyelerden yola çıkarak değinmek, tabu olarak görünen konuları irdeleyip, aynı hataları tekrar yapmamak adına toplumu aydınlatmak edebiyatın topluma en önemli katkılarından biridir. Bu yönden bakıldığında Türk edebiyatı sayısız başyapıta rağmen emekleme dönemindedir. Toplumun birçok kesimi, hayatımızın içinden birçok konu halen kendine edebiyat içerisinde yer bulamamıştır. Tıpkı 6–7 Eylül’de yaşananları 60 sene sonra ancak konuşabildiğimiz ama halen bir özrü ülkemizden kaçırdığımız insanlardan çok gördüğümüz gibi… Bütün bu iç karartıcı politik tabloya rağmen son dönem en çok satan romanlarda bu korku eşiğinin aşıldığını görmek bir nebze de olsa ümit veriyor. Ahmet Ümit’in yakın zamanda piyasaya çıkan “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” kitabında kaleme aldığı 6–7 Eylül’ü çıplaklığı ile anlatan cesur satırlar gelecek nesillere bir nefret etme dersi veriyor. Dileğim yakın zamanda tüm hor görülmüş, ötekileştirilmiş, kaçırılmış bu toprakların kültürlerinin de edebiyatta hak ettiği yere gelmesidir. Bu bağlamda önümüzdeki dönemde kuvvetli bir Kürt edebiyatının da bizi zenginleştireceğini hep beraber göreceğiz. Eve dönerken Tarlabaşı’nda asılmış ilanlar dikkatimi çekiyor. Duvarlarda  “Yeni Tarlabaşı istihdamdır. Yeni Tarlabaşı beraberce yaşamaktır” yazıyor. Kimsenin aklına “peki bu semt hangi ara bu hale geldi, neden sefillik içinde süründü yıllardır?” diye sormak gelmiyor. Peki ya Tarlabaşı’nın bir dönemki Rumları, Sulukule’nin romanları, Galata’nın Yahudileri, Kurtuluş’un Ermenileri? Şehrin göbeğine yeni mabetler dikerken o şehirde yaşamış kültürleri kardeşçe yaşamış insanları yok mu sayacağız? Ya kentin içinde o garabete sığınmış travestiler, evsizler, tinerciler; onlara yeni bir yaşam gösterdik mi? Fiziksel açıdan daha güzel bir kent yaratırken hangi ortak duygularımızı feda ediyoruz? Başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk kuramazsın diyor Beyoğlu’nun En Güzel Abisi. Her dönemin, çekilen her sıkıntının bir sonu vardır mutlaka diyorum içimden. Yaşanan onca acıya rağmen bu topraklarda kalmayı seçen o insanların hayata bağlanmasındaki tek umut da bu son değil miydi zaten?

 

1 Yorum