Yurtta sulh cihanda sulh

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
25 Eylül 2013 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta katıldığım uluslararası bir sempozyumda yabancı konuşmacılar, Türkiye’nin ileri dönük potansiyelinden, bugün itibarı ile ulaştığı önemden dem vurdular. Ekonomik bir güç olarak gayri safi ulusal hasıla anlamında petrol zengini birçok Körfez zengini ülkeyi geride bıraktığını, endüstriyel anlamda Avrupa’nın hemen başında, ona destek bir yapılanma içinde olduğunu ve jeopolitik konumunu iyi değerlendirmesi durumunda ileriye yönelik çok daha yüksek refah seviyelerini yakalayabileceğini ifade ettiler.

Salonda bulunan Türkler eminim ki bu konuşmaları karmaşık duygularla dinlediler. Gerçekten Türkiye özelde Avrupa için, ancak bunun yanında tüm dünya için önemli bir ülke. Demografik olarak ciddi bir talebi temsil ediyor. Siyasi olarak bir ağırlığı var ve etki alanı büyük. Gerçi, bu tespitlerin hemen ardından, sempozyumda söz alan tüm yabancıların “ancak” ile bezenmiş bir devam paragrafı açtıklarını da söylemeden geçemeyeceğim.

Memleket ne zamandır kaygan zeminde sürüklenir bir durum içinde. Toplumsal gerilim artıyor. Bu durumun siyaset ile bağlantısı var ancak tek olgu bu değil. Bu durumun altı ay sonra yapılacak yerel seçimlerle de çok ilgisi yok. Bu tamamen sosyal bir hal… Adeta toplumsal mutabakatın parçalandığını ilan eden acı bir emare.

Oysa Türkiye’nin devlet geleneğinde “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” gibi bir düstur var ki bu dış politikanın mihenk taşı olmuş... Gelecek sene yüzüncü yılını devireceğimiz Birinci Dünya Savaşı ve hatta daha önceleri - Balkan Savaşı ile - başlayan ve Kurtuluş Savaşı ile son bulan yıkım süreci sonrasında, ülkenin yeniden dengeye oturtulması için, yaraların ivedi olarak sarılması için “Yurtta Sulh”; yeni Cumhuriyetin serpilmesi ve muasır medeniyetler seviyesine gelmesi için, bölgede sözü dinlenir konuma erişmesi için “Cihanda Sulh”…

Bugün gelinen noktada, toplumsal mutabakatın çökmesinin yanında bölgesindeki kavgalara taraf olmuş bir Türkiye’nin nasıl güvenilir bir güç haline gelebileceğinin, komşularında hüküm süren kavgaya müdahil olmuş bir Türkiye’nin onlara nasıl güven verebileceğinin sorgulanır havasını,  sempozyuma katılan bazı dostların tedirgin soruları arasında yakaladım.

Örneğin şuna yanıt bulamadım: Türkiye çok değil üç – dört sene öncesine kadar Suriye – İsrail arasında arabulucu rolünü üstlenmişti ve bu kendisine bölgede bir prestij kazandırmıştı. Sonra ilk olarak İsrail ile ciddi bir şekilde bozuştu, adeta köprüleri attı. Şimdi de, sıkı fıkı ilişki içinde olduğu Esad rejimine karşı taraf almış durumda. Bu aşamaya gelmiş bir diplomasi ileriye yönelik nasıl güven verir, savaşı destekler böylesi bir görüntüye sahip bir ülke nasıl bölgesel bir güç olur?

Sizin kendinizi nasıl gördüğünüz değil karşınızdakilerin sizi nasıl gördükleri önemlidir. Bu anlamda, Türkiye’nin bölgede kendisini nasıl konumlandırmak istediğinden ziyade, bölge ülkelerinin ve dünyanın Türkiye’yi nasıl gördüklerini anlamaya çalışmak, şüphesiz bu noktada bizleri daha sağlıklı sonuçlara taşıyacaktır. Suriye’de yaşanan trajedide Ankara’nın rolünü tartışmak için henüz erken. Bunu tarih ileride umarım ki acımasız bir üslupla yazmaz. Zira görünen o ki, izlenen siyaset zaten çözüm bekleyen birçok soruna yenisini ilave etmiştir.

Örneğin, Kıbrıs’taki durumu bugünlerde kimse konuşmaz oldu. Bu sorunların bittiği anlamına gelmiyor elbette… Ertelenmiş  - veya üstü örtülmüş diyelim- problemler hâlâ orada dürtülecekleri günü bekliyorlar. Ne Kıbrıs ne de ülke sokaklarında konuya şu anda duyarsız.

Keza Ermeniler ve Ermenistan ile ilgili durum… Anadolu’da yaşanan tehcir olaylarının yüzüncü yılı hemen şurada. Türkiye’nin “ben bunu kabul etmiyorum” demekten başka somut hangi politikası, pozitif olarak tartışılıyor?  Ermenistan ile sınır kapalı, ne ticarete izin var ne de gidip gelmeye. Bunu açılması için atılan adımları, imzalanan protokolleri hatırlamakta fayda var. Bakü’nün tepkisi sonucu ani bir geri dönüş ile şişirilen beklenti söndü gitti. Hem Ermeni tarafı hem de Azeri tarafı kırıldı. Gerçi uluslararası ilişkilerde çıkarlar ön plandadır. Öyle olmasına öyledir de, bu Azeri – Ermeni konusunda Türkiye’nin çıkarı nedir, bunlar irdeleniyor mu? En azından basın bunları sorgulamaktan uzak. Oysa belki de, bölge gücü konumu ile Türkiye, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki tarihi husumeti sonlandırabilirdi. Yoksa bu inisyatif Rusya’ya mı kaptırılacak zaman içinde? Tüm sosyal gelişmeler gösteriyor ki eski Sovyet Cumhuriyetleri, geçmişte yaşadıkları tüm zorluklara rağmen bugünde Rusya’ya hayranlıkla bağlılar.

“Yurtta sulh cihanda sulh” … Bu bir reklam anonsu değil. Bu büyük devlet olmanın şartı. Sıfır sorunla yola çıkarak sıfır sorunlu ilişki noktasına gelmenin de mutlaka değişik beklentileri vardır. Bu kendi dış siyasetini bağımsız bir şekilde yürüten bir ülkenin isteyebileceği bir durumdur belki de… Ancak yine sempozyumda kulaklara vurulan çatlak bir sesin dediği gibi: Türkiye tüm büyümesini borçlanarak finanse ediyor ve en büyük kaynağı ABD. Hal böyle olunca, yani ekonomik bağımsızlık tam olarak tahsis edilemeyince, bağımsız dış siyaset yalnızca hayallerde kalmıyor mu?

Ozanın dediği gibi “aynası iştir kişini lafa bakılmaz