İstanbul’un Olimpiyat Oyunlarını Tokyo’ya kaptırması, kâh basında kâh sosyal paylaşım sitelerinde günün konusu oldu geçtiğimiz hafta sonu… Kimileri nükte ile kimileri hüsran duygusu içinde ve hatta bazen de – konuyu sportmenlik çerçevesinde değerlendirmek yerine – kızgınlıkla sözcükleri yazıverdiler gönder tuşuna basmadan önce.
Şimdi eğri oturup doğru konuşma zamanı. Şimdi konuyu sakin kafa ile tartışma zamanı. İstanbul gibi istisnai bir şehir bu yarıştan başı eğik ayrılıyorsa, asırlar boyunca insanlığın odak noktası olmuş bir kent kimliği ile rakibinden bu denli fark yiyebiliyorsa, kıtaları buluşturan bu doğal güzellik eğer dünya insanlarını bir araya getirmeye yeterli görülmüyorsa, bu onun kabahatinden ziyade bizim beceriksizliğimizdir, en hafifinden!
İrdelememiz gerek, örneğin spora karşı ne kadar ilgili olduğumuzu. Futbolun açık ara en önemli spor aktivitesi olarak algılandığı, kitlelerin statlara “ölmeye geldikleri”, milyonlarca liranın yalnızca kazanma adına akıtıldığı, aynı dürtü ile şikenin ayyuka çıktığı bir yapının Olimpiyatlarla ne ilgisi olabilir?
Kızım futbol harici tüm sporları izlemeyi pek sever, dolayısı ile ben de kendisine eşlik ederim zaman zaman. Örneğin Moskova’da yapılan son Dünya Atletizm Şampiyonası’nda Türk sporcularını aradı gözlerimiz nafile bir şekilde. Yoktuk! Aynı şekilde yüzme şampiyonalarında da yoktuk. Hiçbir zaman olamadık. Ne futbol dışı takım oyunlarına ilgi duyduk, ne de diğer bireysel sporlara. Basketbolda yeni yeni döküldük, voleybolda durum ondan çok değişik değil. Allahtan Bayan Milli Takım var da, zaman zaman spor dünyasında başarılı olmanın keyfini çıkartıyoruz, o kadar. Onların da şortlarına takılıp kalıyoruz da, oralara hiç girmeyelim.
Bir de izleyici olma, spor müsabakalarına katılım gösterme konusu var ki o en az bu durum kadar yetersiz. Olimpiyatlar İstanbul’a gelseydi acaba insanlarımız spor komplekslerini doldurur muydu? Örneğin kule atlamaya gidip izlerler miydi? Ya da maraton koşusuna ilgi duyarlar mıydı? Ülkemizde yapılan bazı uluslararası organizasyonlardaki katılım yakayı ele vermemize neden olmuyor değil. Oysa kent halkı, ülke halkı bu anlamda Olimpiyat Oyunları gibi devasa bir organizasyonu salt düzenleyici kimliği ile değil sporcu kimliği ile de kucaklamalı.
Tabii bu arada Akdeniz Olimpiyatları tecrübelerimizi de elden geçirmekte fayda var. İnsanlığın kardeşliği, dostluğu temasını öne çıkararak sporda dürüst duruşu olmazsa olmaz şartı olarak belirleyen, meşalesi ile inancı ne olursa olsun, dini ve etnik kimliği nerelere dayanırsa dayansın herkesi sarıp sarmalayan Olimpiyat ruhunu, ırkçı söylemlerle gölgelemek ve buna adeta seyirci kalmak hepimiz adına büyük bir utanç, bir ayıp oldu, ne yazık ki.
Bu işin spor ve sporcu tarafı… Bir de İstanbul tarafı var ki nereden başlamak gerekir bilemiyorum. Halkımız kentini çok sever hiç şüphesiz. Bu anlamda İstanbul’da yaşamak bir ayrıcalıktır, bir keyiftir.
Halkımız kentini sever sevmesine de kendine göre sever. Kentte mutlaka rant peşinde koşar. Yapılanma ile ilgili kanunları koyar sonra bunları nereden nasıl delerim diye düşünmeye başlar ve şehri bir ucubeye çevirir. Gökdelenler diker, manasız bir rezidans furyasına alet olur, ormanları keser, yerine kimlerin nasıl satın alacakları belli olmayan siteler inşa eder. Son derece modern, pahalı markalara ev sahipliği yapan AVM’leri açar onar onar ve bütün bunlar ağzına dek doldurur. Buna mukabil konser salonları ile ilgilenmez. Örneğin 'AKM’ye ne oldu' diye sormaz... Hoş sorsa da bilgi alamaz, çok ısrarcı olursa su yer, gaz yer. Bir de işin o yanı var. Ne konser, ne bale, ne opera, ne tiyatro… Kentin yaşayanı bunları es geçer, hem de koca bir es…
Olimpiyatlar sokak aralarında yapılamayacağına göre tesise gereksinim var. Şimdi kendi kendimize sayalım güzel kentimizde kaç spor salonu var diye… Basketbol için, voleybol için… Veya milyonlarca para dönen futbol için kaç stat var etrafta? Daha ekstrem sporlara gitmeyelim. Mesela eskrimden söz açmayalım veya sutopundan, atıcılıktan... Elbette yedi yılda bu tesisler yapılırdı, oyunlara konuk edeceğimiz sporcular için olimpiyat köyleri inşa edilirdi, misafirleri ağırlayacak birçok otel hizmete sokulur ve hatta bu kadar büyük kalabalığı en kısa zamanda bir yerden diğerine taşıyacak yer altı ve yer üstü sistemler de devreye sokulurdu. Ancak “üstü forma altını sorma” mantığı ile mi olurdu onu bilmek mümkün değil.
Bütün bunları toparladıktan sonra, eğer ortada bir başarısızlık varsa bunu siyasi kadrolara yüklemek elbette doğru değil. Ancak siyasi kadroların da eksikliklerden, yanlışlıklardan kendini soyutlamaları ve işin içinde bir suç varmışçasına, olayı politize etmeleri de bir o kadar yanlış. Varsa ters giden bir şey bu hepimizi ilgilendirir.