Hiss-i Kabel Vuku

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
21 Ağustos 2013 Çarşamba

Hafızalarımızdan silmek istediğimiz 17 Ağustos’un üzerinden on dört sene geçti. Çok acılar çekildi, çok sıkıntılar yaşandı. Bir kereye mahsus vergiler devam ettiğine göre tehlike geçmiş değil. O günlerde hayatımıza yeni birisi girdi: ‘Deprem dede’,  rahmetli Ahmet Mete Işıkara... Döneminin en ‘seksi’ erkeği seçilmişti. Bizler onu her gece, pür dikkat dinlerdik. Neler yapmamız gerektiğini, neleri yapmamamız gerektiğini tembihlerdi. Başucumuzda bir şişe su, düdük, (bizim evde düdük olmadığı için şüt)  arabanın bagajında deprem çantası, konserve yiyecekler, içme suyu vesaire. Deprem sonrasında aile fertleri ile buluşma noktalarının tespiti, deprem anında yapılacaklar, hepsi rutin olmuştu hayatımızda. Hiç olmadığı kadar yoğun konuşuluyordu deprem o günlerde. Bizler de ilk defa bir şeyler öğreniyorduk bu konuda.  Depremin önceden bilinemeyeceği ama bilimsel verilere dayanarak bazı tahminler yapılabileceği bilgisi altında Işıkara’nın bir lafı ile rahat yatağımızda, “aman efendim deprem yağmuru geliyor” demesi üzerine de ile sokaklarda yatıyorduk... ‘O’ anın ne zaman olacağını bilmeden tedirgin günler, geceler...  O zamanki açıklamaları hatırlıyorum da, bugün yine rehavete kapıldığımız kuşkusuna kapılıyorum... Naaapceeen mecbuuuur... Şöyle diyorlardı: “Bilimsel verilerin altında 1999 depreminden itibaren İstanbul’da beş yıl içinde büyük bir deprem olma olasılığı yüzde ...  imiş; yok eğer ilk beş yıl içerisinde beklenen bu deprem olmaz ise on yıl içinde bu ihtimal yüzde...” Ya çıkıyor 15 yılda... 20 yılda olmazsa iki gözüm önüme aksın şekline dönüşüyormuş.  Yüzdeliklerin yanına rakamları yazmadım. Hem tam hatırlamıyorum, hem de bilecen de ne olacak. Ruh sağlığımızın en büyük güvencesi olan unutma kabiliyetimiz sayesinde yıllar içinde deprem gerçeği ile yaşamaya alıştık, böyle de devam edeceğe benzeriz. “Keşke” yerine “iyi ki” demek için elde olan bir şey var ise, yapabileceğiniz bir şey var ise... Ben bugünlerde bi hatırlatiiim dedim. Bay di wey: Avrupa’da deprem riskinde birinci seçilmişiz... Maz de maraviya. 

Bizler, sebeb-i hayatımın “hiss-i kabel vuku” yeteneği sayesinde yaklaşık iki senedir bu 1999 depremin  ‘bir ara’ olacağını bildiğimizden (hani derler ya “beliv it or nat”  işte öyle bir şey), Deprem Dede’den çok önce neler yapmamız gerektiğini öğrenmiştik. O felâket gecesinde sarsıntıdan uyandığımızda eşlerin en iyisi, annelerin en fedakârı, o önemli saniyelerde, bizleri, askeri bir disiplin içinde yönlendirmesini ve verdiği üç kısa talimatı çok net hatırlıyorum... “1-demiştim; oluyor işte,  2-çocukları alalım, 3-çıkıyoruz.” Daha 15 saniye dolmadan ma-aile dışarıdaydık.  Bir daha duymayı asla istemeyeceğim o inanılmaz uğultu, martıların hiç-kok filmi çığlıkları, tepemize düşen kozalaklar ve büyük bir acz içinde gecen saniyeler... Yıllar süren 45 saniye bittiğinde, bizim dışımızda ne Hayati Beyler ne de bir üst komşularımız daha bahçeye çıkamamıştı, (demek ki neymiş: bilinçli olmanın önemi büyükmüş).

Hayati Bey; zat-ı muhteremleri ağabeyim olur. Kendisi ile aynı anne babadan doğma karındaşlar olmanın ötesinde yazları alt alta üst üste oturmamız hasebiynen pek bir sıkı fıkı, iç içe yaşarız. Karakterlerimiz; benzer noktalardan çok zıt kutuplardan oluşmuş olsa da severim kendilerini. İyi çocuktur. Hayati Bey, her türlü ahval ve şerait içerisinde pek bir titizdir, düzenledir, disiplinlidir.  Mesela o deprem gecesi; bizler ailecek bahçede tırsak kedi yavruları gibi bekleşirken, depremin üzerinden üç bilemedin beş dakika dahi geçmemişken, ben “bina yıkılırsa hangi tarafa doğru yıkılır, iz düşümü nereye gelir, biz bahçede nasıl bir konumda konuşlanalım ki kafamıza kiremit düşmeye” diye ‘zihni sinir projeleri’ geliştirirken,  elinde süpürge faraş, depremin kırdıklarını süpürmek Hayati Bey’ciğime özgü bir davranıştır. 

Deprem Dede’nin “Bu gece deprem yağmuru olabilir” dediği geceyi hatırlayacaksınız,  “bu gece dışarıda yatmanızı tavsiye ederim” demişti. Bu haber üzerine kreatif deprem mühendislerimiz derhal harekete geçmiş ve dâhiyane çözümler üretmişlerdi; evinin hemen altına kıvrılanlar, deniz kenarına şişme yatak götürenler, istiap duvarının kenarındaki bir boşluğa ‘emniyetli yer’ diye çadır kuranlar, tsunami gelecek diye tepelere çıkanlar. Kendilerini emniyette zannedip huzur içinde çekirdek çıtlatıp ağız tadı ile ‘dedi- kodu’ yapan, aldığı ‘önlemler’ sayesinde deprem yağmurundan fevkaladenin fevkinde korunan bir İstanbul’daydık. Hatta rivayete göre havaalanına gidip, “nereye gittiğimin önemi yok ver oradan ilk uçaktan bilet” diyenler bile olmuş.  Ben, geceye dair yapılan açıklamalardan habersiz Ada’ya vardığımda, İstanbul’un depremden zarar görmeyecek bölgelerini bilen bir kesim ‘zeki’ takım çok ‘bilinçli’ ve dahi telaşlı bir eda ile indiğim deniz otobüsüne binmekteydiler. Onlar bana “gelmiyor musun” diye soruyorlardı ben onlara “kalmıyor musunuz” diye. Sonradan öğrendik ki İstanbul’un her yeri, her sokağı, her parkı, her alanı felç olmuş... İlerlemek ile mümkün olmamış... Mış...  Neyse ben Ada’da kaldığımızdan memnun, yokuşu tırmanıp eve vardığımda bahçede ben diyeyim 50 sen de 60 kişinin ‘tanrı misafiri’ olduğunu gördüm... “Aala... tez lokma döküle misafirlere dağıtıla” buyurdum.  Herkes burada olduğuna göre; emniyetteyiz. Birlikten güç doğar. Sohbet lakırdı sabahı buluruz. Sebeb-i hayatım “hani, belki, lazım eder, beyim (ben oluyorum) isterse vapura bineriz... Acaba İstanbul’a mı gideriz?” şeklinde neme-lazım düşüncesi ile hazırladığı ‘antika’ ve İstanbul’a inme ihtimali  ‘bey’ inden  ‘ona’ doğru gelen kısa bir kararlılık bakışması ile son buldu:  “Ada’da kalıyoruz.”

Yemek yedik, ortak bir derdin etrafında kenetlenmenin verdiği samimiyet ile az tanış çok tanış herkes birbiriyle kaynaştı, sohbet lakırdı... Vakit ilerledi, yatma saati geldi...  Ben; eski püskü bir eşofman, birkaç minder, tek derdim ‘börtü böcek’ takımından uzak kalabilmek, ailecek kalacak bir yer bakınırken, bir baktım Hayati Bey, pijamasını giymiş, sırtında bir ‘denk’, denkin içinde yorgan, döşek, çarşaf, abajur, komodin,  yağlı boya tablo... (tamam, tablo abartı ama çoğu gerçek) ne var ise yüklenmiş, geliyor.  Şaşkın bakışlarımıza aldırmadan, hiç de üşenmeden bahçeye yatak odasını kuruyor  (beliv or nat ). İlerleyen saatlerde Deprem Dede’nin açıklamaları ile yağmur falan olmadığı açıklandığında, huzur içinde evlerimize dağıldık. Hayati Bey’in, bahçeye kurduğu otağında, atlas nevresimleri çarşaşar, pikeler, yastıklar hepsi güzel mi güzel uyumlu mu uyumlu ve somon rengiydi. Size söylemiştim... “Her ahval ve şerait” altında diye...

Bundan sonraki sallantınız salıncakta olsun... Sevgiyle kalın.