Anılarımın derinliklerinden bugüne bir hüsran tablosu…

Evet, çocukluğumda Taksim Parkı’ndaki gazinoda, annem ve arkadaşları ve onların çocukları ile limonata eşliğinde çikolatalı pasta yediğimizi çok iyi hatırlıyorum. Etraftaki ağaçları pek net seçemiyorum onca anı içinde, ama orada koşup oynadığımızı, annelerimizin keyifli sohbetler ettiğini, güneşli günlerin tadını çıkardığımızı unutmamışım.

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
26 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Parkı, bizleri iki kutuplu bir yaşantının eşiğine taşımaya başladığından beri düşünüyorum çocukluk günlerimi… Anılarımın derinliklerinde, harıl harıl Gezi Parkı’nın kırıntılarını arıyorum. Yoksa biz oraya Taksim Parkı mı derdik diye düşünüyorum…

Evet, çocukluğumda Taksim Parkı’ndaki gazinoda, annem ve arkadaşları ve onların çocukları ile limonata eşliğinde çikolatalı pasta yediğimizi çok iyi hatırlıyorum. Etraftaki ağaçları pek net seçemiyorum onca anı içinde, ama orada koşup oynadığımızı, annelerimizin keyifli sohbetler ettiğini, güneşli günlerin tadını çıkardığımızı unutmamışım.

Sonra parka ait o bölgenin kapatıldığını, yüksek, çok yüksek, daha önce görülmemiş yükseklikte bir inşaata mahkûm edildiğini de hatırlıyorum. Bir otel olacağı söylüyorlardı parkın o bölgesinin. Ve o otel açıldı… Sonraki yıllarda birçok kez gideceğim bir yer olacaktı orası. Kâh balo salonundaki düğünlere veya Bar-Mitsvalara,  kâh iş icabı orada konaklayan misafirlerimizi almaya, bırakmaya ve hatta ciddi iş görüşmeleri yapmaya…

Ne yalan söyleyeyim, yaş olarak kendilerinden olmaya yetişemediğim için hayıflandığım gençler, küçüklüğümün parkının geride kalanını korumak için kendilerini Gezi Parkı’na kapattıkları gün ve akşamlar boyunca, O yüksek binayı ne denli kanıksadığımı, içim biraz cız ederek fark ettim. Oysa orası çocukluğum parkını elimden almıştı. Gezi Parkı daha sonraki yıllarda Taksim Belediye Gazinosu’na,  Beyoğlu Evlendirme Dairesi’ne de ev sahipliği yapacaktı. Hani derler ya, kim bilir kimler gelmiş kimler geçmişti oralardan… Ancak muhtemelen onlardan büyük bir kısmı içinden geçtikleri parka hiç de önem vermemişler, onu özenle anılarının bir yerlerine yerleştirmemişlerdi.

Benzer bir hissi Taşlık Parkı için de hissetmiştim. Gerçi o zaman çocukluk yıllarım sona ermiş, insanın kendini olayları etkileyecek kadar güçlü hissettiği delikanlılık dönemlerime gelmiştim. Nişanlı mıydım yoksa flört mü ediyordum hatırlamıyorum. Zaten bunun da çok önemi yok. Terasında oturmaktan zevk aldığımız Taşlık Parkı da Taksim Parkı ile aynı kaderi paylaşmıştı. Oysa orada oturmak ve ayağınızın altındaki Boğaz'a tepeden bakarak çay içmek, bir şeyler atıştırmak, özellikle sıcak yaz akşamlarında hoş bir duyguydu. Beşiktaş’tan Üsküdar’a gitmek için hareket eden uzun bacalı vapurların yukarıdan gelen akıntıya karşı koyma çabalarını görmek, denizden tepeye doğru esen ılık rüzgârın vücutlarımızı ürperttiğini hissetmek, hâlâ bugün gibi hatırladığım güzelliklerdi.

Lakin o güzelliklere, bu kez Swissotel inşaatı için el kondu. Kimler karar vermişti, neler dönmüştü? Bunun ne önemi var ki? Olan olmuştu. Taşlık Parkı müdavimlerinin elinden alınmıştı. Bu gibi olaylarda sonuç önemlidir, zira malum, bu gibi kararlar ve onlardan oluşan uygulamalar, sonuçlar, geri dönüşü olmayan yerlere götürür bireyleri ve toplumları.

Şimdi birileri çıksa Taksim Parkı içindeki oteli yıkacağız dese, Taşlık Parkı’nı istila eden, Dolmabahçe Sarayı'nın hemen üzerine hançer gibi saplanan o binaları oradan kaldıracağız dese, ne fayda? Vazo kırılmış bir kere… Tamir olsa da eskisi kadar sağlam, güzel, afilli olmayacaktır kuşkusuz.

Son günlerde sosyologlar, psikologlar gazete sütunlarında ya da televizyon ekranlarında boy gösteriyorlar, olayları anlamaya, yorumlamaya çalışıyorlar. Kuşakları sayıveriyorlar bir çırpıda, onların özelliklerini söyleyiveriyorlar… Ancak bu söylevlerin hiçbiri gerçeği tam olarak anlatamıyor. Gezi’ye çıkanların hepsinin bireysel olarak söyleyecekleri var, ondan oraya çıktılar. Yaşları ne olursa olsun, onların, bu kentin insanları olarak, söyleyecekleri var.

Gezi’nin çocukluğumun Taksim Parkı gibi, gençliğimin Taşlık Parkı gibi olmaması için söyleyecekleri var. Onları, dinlemek gerek, anlamak gerek… Ve görmek gerek ki, söyledikleri yalnız Gezi Parkı ile de kısıtlı değil: Artık düşünen, geleceği için, içinde yaşamak istediği ortamlar, koşullar için hareket etmekten çekinmeyecek bireyler var. Artık sosyal adaletsizliğe karşı gelmeyi kendi var oluş ilkesi olarak algılayan, naif, tertemiz bir gençlik var. Onları kirletmeden, en saf şekilde söylemeye çalıştıklarını anlama zamanı geldi. Siyaset bunu bugün yapamayacaksa, ne zaman yapacak? İktidar olsun muhalefet olsun, toplumsal mutabakatı aramak adına bugün yakınlaşamayacaksa, ne zaman yakınlaşacak? Bu, sosyal ve siyasi fayların kırılmasını engellemek için en uygun zaman değilse, hangi zaman daha uygun bir atmosferi sağlayacak?

Ancak tüm göstergeler halen sağır dilsiz diyalogunun devam ettiğini sokuyor gözümüzün içine. Kamu vicdanının katledilişine tanık oluyoruz, her gün, her saat. Ahlaklı bir toplum yaratmak adına güzellikleri nesillerin önüne sürdüklerini söyleyenler, insanlar arası sevginin tavan noktası olması gereken Olimpiyatlara ırkçı gölgelerin düşmesine izin veriyorlar. İlim irfan yuvası üniversitelerde nefret söylemlerinin yankı bulmasına izin veriyorlar. Her tür cinsel istismarın sıradanlaşmasına izin veriyorlar...

Belki Gezi Parkı’nın sonu anılarımın dibinden çekip aldıklarım gibi olmayacak. Peki ya diğer olumsuzlukları ne yapacağız? Onlara nasıl göğüs gereceğiz dostlar?

Üzgünüm.