Tarımda GDO (Siyaset, Rekabet, Çözüm)

Artık bu üç harf hayatımızın bir parçası oldu. Gün geçmiyor ki, GDO hakkında gazete veya televizyonlarda bir haber, yazı, yorum açık oturum çıkmasın. 2009 yılı ekiminden, günümüze kadar yani son 2,5 yıl içinde konu ile ilgili olarak, sadece ülkemizde 30 kadar kararname, genelge ve uygulama tebliğleri yayınlandığı düşünülürse, bu yoğun ilgi normal…

Sami AJİ Köşe Yazısı
8 Mayıs 2013 Çarşamba

Artık bu üç harf hayatımızın bir parçası oldu. Gün geçmiyor ki, GDO hakkında gazete veya televizyonlarda bir haber, yazı, yorum açık oturum çıkmasın. 2009 yılı ekiminden, günümüze kadar yani son 2,5 yıl içinde konu ile ilgili olarak, sadece ülkemizde 30 kadar kararname, genelge ve uygulama tebliğleri yayınlandığı düşünülürse, bu yoğun ilgi normal…

Genetiği Değiştirilmiş Organizma’nın teknolojisini anlatmak herhalde tüm gazetenin birkaç nüshasını kaplayabilir. Bu yüzden kısaca tarihçesinden bahsedip, günümüze geleceğim.  Tüketici açısından ve sadece tarıma bağlı kalarak, GDO ile ilgili görüşümü sizlerle paylaşacağım.

Niçin GDO? Bu GDO’lu tohumlar aniden mi ortaya çıktı?

İkinci Dünya Harbi’nin sonunda yaralarını sarmaya çalışan dünyamız hemen 60’lı yılların başında ana tarım ürünleriyle ilgili ciddi problemleri çözmenin şart olduğunu gördü.  Aşırı gübre, aşırı böcek ilaçları kullanımı ve nihayet aşırı sulama bir taraftan tarım arazilerine zarar vermeye başlarken diğer taraftan ciddi bir ekolojik denge bozukluğuna yol açtıkları fark edildi.1

Buna paralel olarak o yıllarda mevcut tohum geliştirme metotları ve tarımsal tekniklerle, insanların beslenme ihtiyaçlarına cevap verilemeyeceği ve hele hızla artan nüfusun da gıda taleplerinin karşılanmayacağı anlaşıldı.

Dolayısıyla, hem gübreye, hem tarım ilaçlarına asgari ihtiyaç duyacak, az suyla idare edebilecek ve aynı zamanda dönüm başına verimi arttıracak bir tohum yaratmak lazımdı.

Hemen hemen tüm medeni dünya üniversiteleri böylesi sihirli tohumu yaratabilmek için çalışmalara başladılar.     

Farklı canlı türler arasında, genlerin aktarılabileceği fikri 1946 yılında ortaya atılmıştı. Fikrin tatbikata konması için  DNA’lar ile ilgili yeni buluşları beklemek gerekecekti.

Özellikle, Herbert Boyer, Stanley Cohen, Rita Levi- Montalcini ve Paul Berg’in (son üçü daha ilerde NOBEL ödülü alacak bilim adamlarıdır) biyokimya sahasındaki çalışmaları sayesinde 1972/1973 yıllarında GDO’lar laboratuvarlarda yaratılmaya başlandı.

Bu denemelerin soya ve mısır gibi temel tarımsal ürünlere tatbiki ve nihayet ticari bir şekilde üretilmesi 1994 yılında yani 20 senelik bir süreç sonunda başarıldı. (Bu süreç içinde gerek kamu gerekse özel kuruluşların araştırma ve geliştirme laboratuarlarında ve arazilerde sayısız bilim adamları ürünlerin gelişmelerini, toprakla etkileşmelerini, çevre insan sağlığına fayda veya zararlarını yakından takip etmişlerdir.)

Diğer bir deyimle GDO’lu ürünler, son analizde 40 yıllık bir geçmişe sahiptir.  

Ancak ve özellikle, AB ülkelerinde 2000’li yıllardan itibaren bu tip ürünlerin tüketime sunulmasına tepkiler başlamış, başta sivil toplum kuruluşları, bazı üniversiteler tarafından yoğun bir şekilde GDO’lu gıdaların veya ham maddesi GDO içeren nihai ürünlerin tüketilmesi yasaklanmaya çalışılmıştır. (Bence bu muhalefet ABD’li firmaların tohumlarda tekel konumuna gelebilecekleri endişesinden kaynaklanmıştır.)

2013 yılının ilk çeyreğini aştığımız bugünlerde Kanada, ABD, Brezilya, Arjantin, Ukrayna, en büyük GDO’lu tahılların üreticisi ve tüketicisidirler. Aynı zamanda da önemli ihracatçıdırlar. En büyük alıcıları ise başta Çin ve ikinci sırada da AB ülkeleri gelmektedir.

Artık GDO, çok süratli bir şekilde, tüm ülkelerde kabul görmeye başlamıştır. Bazıları insan gıdası olarak kullanılmasına hâlâ direnmekle birlikte, bu tip ürünlerle beslenen hayvanların et süt ve yumurtlarının tüketilmesine izin vermektedirler. Bu yönde en ilginç bildiriyi İngiltere’nin en büyük dört süpermarket zinciri- TESCO, MARKS and SPENCER, SAINSBURY ve COOPERATIVE 11 Nisan 2013 tarihinde aynı anda yayınlamışlardır…

Özetle “Sayın tüketicilerimizden özür dileyerek bundan sonra tavuk eti ve ileri işlenmiş ürünlerinde ve yumurtalarda GDO’suz olduklarına dair garanti vermemizin mümkün olmadığını bildirmek isteriz. GDO’suz hammadde bulmak hemen hemen imkânsız hale geldi veya çok yüksek fiyatlarla temin edilmektedir.  Bu süreci devam ettirmemiz mümkün değildi… Esasen FSA (İngiltere’deki gıda standardı ajansı) çok açık bir şekilde, GDO içeren yemlerin tavuklara hiçbir şekilde zarar vermediğini ve bu kümes hayvanlarından üretilen et ve yumurtaların hiçbir şekilde insan sağlığı için tehlike arz etmediğini açıkça vurgulamıştır,” demektedirler.

Benzer eğilimler diğer AB ülkelerinde de görülmeye başlanmıştır. Tüketiciye sunulan ürünler ‘GDO İÇERİR’ veya benzeri şekilde etiketlenmesiyle, raflarda yerini almaktadırlar. Bazı mamullerde ise etiketlemeye dahi lüzum görülmemektedir. Buna ilaveten her yeni bulunan gen AB’nin tayin ettiği kurullara sunulmakta ve kabulü için izin istenmektedir. İzin alınması uzun zaman almakla beraber, kabul edilen genlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır.

Son olarak İSRAİL’in tutumunu da aktarayım: İsrail GDO’lu ürünlerin ithaline, satılmasına küçük büyük herkes tarafından yenmesine ve içilmesine hiçbir engel koymamıştır. Tam tersine GDO’lu tohum ve tarım teknolojisinin geliştirilmesi ve yeni nesil tohumların yetiştirilmesi yönünde başta Weizmann Enstitüsü olmak üzere, tüm ilgili birimlerde çok geniş araştırma ve geliştirme çalışmaları yapılmaktadır.

Ve en nihayet,’Rabanut’, GDO’lu gıdaların, Kaşerut ile bir ilgisi bulunmadığını, dolayısıyla bu yönden denetime tabi tutulmadıklarını açıklamıştır.

Ezcümle, gıda ile ilgili alış verişlerinizi rahatlıkla yapın, rahatlıkla tüketin, kendinizi de strese sokmayın.

 

1 Zirai ilaçlardan iyi temizlenmemiş hububatlardan dolayı özellikle geri kalmış ülkelerde her yıl yüzlerce kişi hayatını kaybetmektedir.

Belki bir tesadüf olabilir ama 3 Mayıs 2013 tarihli SABAH gazetesinde, Aydın yöresinde 900.000 arının aşırı zirai ilaçlanmadan dolayı telef olduklarını okudum.

Karikatür: Sabancı Üniversitesi profesörlerinden, Sayın Selim Çetiner’in izni ile ve ona teşekkürlerimi de sunarak, yazıma ekledim (“Tarla ve Sera” dergisi, Ağustos 2011 nüshasında yayınlanmıştır).