On yılda öğrendiklerim

Köşe Yazısı
24 Nisan 2013 Çarşamba

David OJALVO


23 Nisan 2003, bireysel tarihimde önemli bir gündü. O bahar gününü berraklıkla hatırlıyorum. Gazetenin sayfası şimdi yeniden önümde... Sayfanın alt üçte birlik bölümündeki sütunların yazarı benim. Bu, Şalom’daki ilk yazım. Denemem ‘Benim Kuşağıma’ başlığını taşıyor. 10 yıl, sembolik bir zaman dilimi. Farklı bakış açılarına göre, 10 yılın önemi farklı şekillerde konumlandırılabilir. Bense bu dönemeçte tarihime, yine gazetedeki sütunumla not bırakmayı istiyorum. Bu, yılların içinde düşüncelerimdeki değişimi izlemek adına değerli olabilir.

***

10 yıl önceki yazımı okumamla birlikte kendimi değerlendiriyorum. En öncelikli kanaatim, “Bugün olsa, 2003’teki yazıyı kesinlikle kaleme almazdım” oldu. Değişim dramatik. O dönemde ‘doğru’ hissettiklerimi şimdi rahatlıkla yargılıyorum, hatta yer yer yadırgıyorum. Genel hatlarıyla, bakış açıma dair dört tespitim var.

1) Sorgulamak: Yaşadıklarımı, çevremdeki gelişmeleri, dünyayı sorgulamaktan vazgeçmedim ve vazgeçmeyeceğim. Mantık, öncelikli ve üstün… Öte yandan dile getirdiğimiz soruların da bir şekli, üslubu, tutarlılığı ve dayanağı olmalı.

2) Bilgi sahibi olmak: Soru sormanın inceliği, ‘bilgi sahibi olmadan fikir yürütmemekle’ oldukça ilintili. Özelleşmiş, uzmanlık gerektiren konularda önce bilgi edinmeliyim ki, fikir geliştirebileyim. Bu, hayatın her alanında, geçmişten günümüze önemi koruyan bir prensip… Özellikle de düşüncelerinizi, medya kanalıyla çevrenize açıyorsanız! (Bu prensibe sosyal medyayı da katıyorum.)

3) Beklentiler ve duyarlılık: kendimizden olduğu kadar, çevremizden beklentilerimizde de ılımlı ve makul davranmalı. Duyarlılık, ‘zorla’ değil ‘içtenlikle’ ortaya çıkar. Bireyin yaratılışı, deneyimleri ve hassasiyeti kendine özgüdür. Sonucunda ‘büyük bir hayal kırıklığı’ yaratmayacak beklentileri benimsemeli ve insani ilişkilerde ‘anlayışı’ hâkim kılmalı. Hoşgörüden çok öte bir anlayış sözünü ettiğim. Bu doğrultuda, erozyona uğrayan toplumsal saygı ve değerleri de, doğal olarak sahipleniriz.

4) Maddiyata karşı maneviyat: 2003’ten bugüne içimde aynı kalan maneviyata, üretmeye dair inancım. Ekonomi, yaşamın her alanında… Sahici anlamda neyin tüketimde, maddiyatta karşılığı yok? Duygularımız ne ölçüde saf? Aslında, burada da bir dengeyi nispeten görebiliyorum. Markalar, sınıflar, standartlar, modern bir kast sistemi olmak zorunda değil. Kalite, kültürün ekonomiye dönük yüzü çok daha insancıl, insana değer bir şekilde temsil edilebilir. Oysa tartışmada çok daha öncelikli konular var. Sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim ve hayat pahalılığı gibi… Ne var ki, bir ‘sistemde’ yaşadığımın farkındayım. Siyasetten basitçe anladığım da bu. İnsan hayatının değeri maddi değil manevidir. Bugün ve geleceğim için yapabileceğimin en iyisi de, bu manevi değeri çoğaltmak için çalışmak, çabalamak…

***

Kendimi ‘yazarak’ ifade edebildiğim için mutluyum. Yazmanın, yazının gücü tescilli… Yazmak, deniz gibi, ova gibi, gökyüzü gibi… Biraz yalnız belki; ama kâğıda düşünceler özgürce aktarılabilir. Daha fazlasıyla, düşünceler özgürce üretilebilir. Sorun, onları aynı özgürlük ruhuyla paylaşabilmek, yayınlamak, tartışmaya açmakta... İnternet, bu açıdan umut vaat eden bir platform… Bir de beni sıklıkla düşündüren ‘sınırlar’ var. Bireyin öğrenme ve öğrenmeyi ‘isteme’ sınırı, içgüdüsü. Farkındalıklar nasıl çoğaltılabilir? Çocukluktan başlayan eğitim ve olanaklar, yine önceki paragrafta değindiğim ‘sistemle’ yakından alakalı. İdealizmi içine çeken, bir kısırdöngü ile girdap var sanırım. Yıllar da geçiyor, geçecek. İdealler, içimde ‘sıradanlaşmaya’ karşı direniyor. Beklentilerin umudu ve hayallerin kırılganlığında, ‘Karınca kararınca’ diyorum. Karınca kararınca…