Ortadoğu, gelgitleri olan bir bölge. Bugün doğru olan yarın eğri olabiliyor. Suyundan mıdır havasından mıdır bilemiyorum, bu tarihin derinliklerinden beri böyle… Düşünecek olursak, esas itibarı ile bunun nedenlerini bir bir listelemek olası: Asırlar boyunca Osmanlı idaresi altında göreceli olarak silik bir hayat yaşamış bölge geçtiğimiz yüzyıl başında değişik bir siyasi ilgi yüklenmiş: Londra – Kahire – Delhi üçlemesinin merkezinde bulunması, bir yandan Büyük Britanya İmparatorluğu öte yanda Fransa ve Rus Çarlığı arasında bir güç oyunun sahnesi olma durumuna getirmiş buraları.
Bölgenin müdavimleri göçebe olarak yaşayan Araplar bu güç savaşında ne yapacaklarını tam olarak anlayamamışken, İngilizler 1915 McMahon mektubu ile onlara bir yön vermişler. Hicaz Emiri’ne hitaben kaleme alınan mektupla, Arap unsurlar, kendilerinden hilafeti gasp eden, onları şu kadar asırdır ezen Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya davet edilmişler.
Günümüzde ‘anlatılan tarih’ ne bu gerçekten söz eder, ne de bunu destekler bir şekilde kurgulanan Sykes – Picot Anlaşması’na hak ettiği önemi verir. Paris ile Londra arasındaki güç savaşının en güzel örneği olan bu anlaşma, çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin bölgedeki mirasının hangi esaslara göre pay edileceğini ortaya koymaktaydı. Dolayısı ile 1916’larda, ne Arap halkını ne de orada bir köprübaşı tutmaya çalışan Yahudi halkını önemseyen bir yapısı vardı.
Nitekim 1919 Paris Anlaşması ve hemen sonrasındaki San Remo görüşmeleri neticesinde ortaya çıkan tablo bunun kanıtıdır: Hicaz Emiri’nin büyük oğlu Faysal’a verilen Irak Krallığı ve onun kardeşi Abdullah’a hediye edilen Ürdün Krallığı… Bu durum, bir yanda MacMahon mektubunu doğrularken öte yanda Sykes – Picot Anlaşması’nın maddelerine de uyulduğunu ispat eder.
Burada zararlı çıkan, çıkıp da başına gelenleri anlamayan iki toplum vardır: Biri 1920 itibarı ile İngiliz Manda idaresinin yönetimi altına giren Arap halkı ise, diğeri aynı kaderi paylaşan ve 1917 Balfour Deklarasyonu ile ağzına bir parmak bal sürülen Yahudi halkıdır.
Arap halkı, Arap milliyetçiliğinin tavan yapacağı 1936 yılına dek başına nelerin geldiğini çok fazla anlayamadı. Kendisine kurtarıcı rolü biçtiği Faysal’ın İngiliz himayesi altında yaşayan halkına karşı hiçbir ilgisi olmadı. Keza, Ürdün Kralı Abdullah da kendisine “al ve yönet” şeklinde bahşedilen topraklarda – muhtemelen – o denli güvence altındaydı ki, dönüp de Şeria nehrinin diğer kıyısında ne olup bitiyor diye bakmadı bile.
Toplamda, Filistin diye adlandırılan topraklarda, Londra’nın zoraki yönetimi altında yaşayanlar burada ayrıştırıldılar, kolonyalist bir siyaset güden İngilizler tarafından kamplara bölündüler… Ve bunun farkına varmadılar… Vardılarsa da yapabilecek çok şeyleri olamadı.
Arap tarafı Balfour Deklarasyonu ile kendisine haksızlık edildiğini bağırdı durdu. Oysa Balfour ile Yahudilere verildiği söylenen her neyse, defalarca yayınlanan ve her biri bir öncekinden daha sert Beyaz Kitaplarla, geri alınmıştı… Tarihin en kanlı döneminde milyonlarca Yahudi Avrupa’da yok edilirken, Britanya Filistin’e göçü yılda 15.000 kişi ile sınırlamıştı. Bu kota Londra Hükümeti’nin Arap desteğini elde etmek için, o dönemlerde ‘sırtı minderden kalkmayan’ Yahudiler üzerinden verdiği bir tavizdi. Karşılığında aldığı ise ‘Hitler ile angaje olan’ bir Hacı Emin El Hüseyni oldu...
Savaş sonrasında, Yahudiler, İngilizlerle kavgalıydılar, kotayı kaldırmadılar diye. Araplar, İngilizlerle kavgalıydılar, Yahudilere yerleşim hakkı verdiler diye… İngilizler ise Filistin’de ne aradıklarından artık emin değildiler: Ne İsa’ya yaranabilmişlerdi ne de Musa’ya…
Geçtiğimiz gün İsrail Devleti’nin 65. kuruluş yılı kutlandı. Tarihin bir tarafından bakıldığında bir bayramdır, bir coşkudur bu; öte tarafından bakılırsa Nakba’dır, felakettir. Şimdi sormak gerek, tarihi yorumlamadaki bu derin çatlak kimin eseridir, diye? O günü yorumlarken bugünü referans almak doğru mudur, diye? 1948’den bu yana akıp gelen koca 65 yılda, Arap başkentleri, Faysal ve Abdullah’tan daha ne kadar değişik davranabildiler Filistin’de yaşayan kardeşlerine, diye? Son tahlilde, bir taraf hatalıydı da diğeri hep mi doğruydu, diye?
Günümüzdeki İsrail – Filistin sorununun basite indirgenemeyecek kadar girift bir yapısı vardır ve bunun izlerini uzak olmayan tarihte sürmek olasıdır. Bölgeye refahın geri dönüşsüz olarak gelmesi için gerekli olan, tarihi referans alarak uzlaşı platformu oluşturmak olsa gerek: güven, saygı ve fedakârlık üzerine kurulmuş bir platform.