Her bitirdiğim yazı ile bir sonrakini daha hoş konulara ayırabilmeyi umut ederim, ancak gündem buna bir türlü izin vermez. Hep üzerinde konuşulacak, fikir beyan edilecek olaylar vardır ve bunları ıskalamak içimden gelmez… Yoksa bir türlü eksik hissederim kendimi…
Son haftalar hatta aylardır dünyanın her bir köşesi artan yabancı düşmanlığı, ırkçı söylemler, nefret suçları ile kaynıyor. İsteyerek ya da istemeyerek yazılanlar, çizilenler, söylenenler değişik insan topluluklarını karşı karşıya getiriyor. Bunun için bu toplulukların birbirlerini tanımalarına, geçmişte yollarının birbirleri ile kesişmesine gerek yok. Yani şu veya bu şekilde ortak bir tarih geliştirmiş olmaları, bir etki – tepki ilişkisi içine girmiş olmaları önemli değil.
Örneğin İkiz Kulelerin yerle bir edilmesi sonrasında batıda oluşan derin travma ve hemen ardından bastıran İslam düşmanlığı esas olarak yönetilebilir bir endişenin ürünüyken, günümüzde bir şekilde kontrolden çıkmış bir duygu olarak ortaya çıkıyor. Birbirine uzak duran, birbirini tanımayan toplumların cehaletini, bilgi kirliliği ile yoğuran siyasi çevrelerin büyütmeye çalıştığı nefret tohumları ne yazık ki zaman içinde insanları esir alıyor.
Aynı durum Yahudi düşmanlığı için de geçerli. Hattı zatında monoteist düşüncenin ortaya çıktığı çağlardan bu yana değişik şekillerde kendini gösteren bir olgudan söz ediyoruz. Sosyolog değilim, ancak insan topluluklarında ‘yeni’ her şeyin bir tepki ile karşılaşması doğaldır diye düşünüyor ve tıpkı İslam düşmanlığı gibi Yahudi düşmanlığını da normal karşılıyorum. Burada normal olmayan, önyargılarla bezenmiş husumete verilen yanıtlardır; bunlara karşı geliştirilen mücadele yöntemleridir; bunların ayrıştırıcı özelliklerinin devamlı gündemde tutulma gayretidir.
Çok uzun çağlar boyunca Kilise güdümünde gelişen antisemitizm 19. yüzyılın sonlarında Dreyfüs Olayı ile kitlesel halk hareketi haline gelmiştir. Daha sonra Avrupa’yı kasıp kavuran Nazi Almanya’sının Son Çözüm harekâtı ile “Judenfrei – Yahudi’den arındırılmış” bir dünya arayışı ile tepe noktasına çıkmıştır ve kurulduğu günden beri İsrail’in varlığı üzerinden, anti-siyonizm ile tatlandırılarak servis edilmektedir. Bunu yalnız siyasi platformlarda değil, bilimsel ve sanatsal ortamlarda da görmek olası.
Elbette tarihi değişik okumanın getirdiği yorum farkları burada esas rolü oynuyor. Geçmişte kalan olayları doğru irdelemek ve o günü o günkü çerçevede değerlendirmek gerek, tüm artıları ve eksileri ile eğip bükmeden, dosdoğru.
Ortadoğu örneği bu anlamda uzun dersler çıkartılacak bir durumu masaya koyar, tıpkı Hindistan – Pakistan çekişmesi gibi; tıpkı eski Yugoslavya’da veya Afrika’da yaşananlar gibi... Onlardan ne daha az önemlidir, ne de daha çok, çünkü insanı ilgilendirir. Çin – Japon düşmanlığı gibi, ya da Kamboçya’daki, Kore’deki dramlar gibi…
İsrail, 1947 taksim planı çerçevesinde uluslararası antlaşmalar ile hukuki zemine oturmuş bir devlettir. Günümüzde gelinen noktada gütmekte olduğu siyaseti eleştirmek elbette mümkündür: Yerleşimler konusu, abluka konusu, refahın arttırılması konusu, toprak konusu, iki toplumlu devlet konusu vs vs. Unutulmaması gerekir ki Yahudi dünyasından birçok aydın şu an İsrail’in izlemekte olduğu yolu onaylamamakta ve bunu en şiddetli şekilde dile getirmektedir.
Uzun senelerdir sağ görüşlü bir siyasi ekip tarafından yönlendirilen politikalar, tıpkı diğer ülkelerde karşılaşılabilecek benzer eğilimli görüşler gibi bazı düşmanlıkları kaşıyan türden olabilir. Ancak bir ülke politikasını mono-blok olarak algılamak son derece yanlıştır. Nitekim son seçimler İsrail’de değişik bir iradeyi ortaya koymuştur. Gerçi bunun gündelik hayata nasıl yansıyacağı henüz tam net değil, ancak en azından “eski” olana bir tepkinin geliştiğini takip etmek olası.
Olaya büyük plandan bakmak toplumları yönlendiren siyasilerin, kanaat önderlerinin yapmaları gerekendir. Son tahlilde sokakların onları izlediğini bilmeleri ve bu sorumlulukla davranmaları insan yığınlarını birbirlerine yakınlaştıracaktır. Özlenen tablo, nefretin saygı üzerine koyduğu ipoteğin kalkmasıdır.