Buradayız Ahparig!

Cumartesi günü Şişli ilçesi hareketli bir gün geçirdi. Birand’ın cenazesinden birkaç saat sonra farklı bir kalabalık bu sefer her sene toplandıkları caddedeydi, aramızdan ayrılışının altıncı yıldönümünde Hrant Dink’i anmak için.

Mois GABAY Köşe Yazısı
23 Ocak 2013 Çarşamba

Küçükten beri tanıdığınız, izlediğiniz bir hayat boyu aynı yerde olacaklarını düşündüğünüz karakterler bir gün teker teker sahneden gittiklerinde siz de artık büyümüş olduğunuzu anlarsınız. Küçüklüğümde babamların ilgiyle izledikleri, benimse uzaktan kavramaya çalışıp, takip ettiğim, aklımda bir gençlik hatırası olarak yer etmeyi başaran “32. Gün” programının yapımcısı Mehmet Ali Birand’ı kaybettik bu hafta. Birand’ın vefatını ilk duyduğumda Can Dündar’ın kaleminden kısa zaman evvel raflarda yer alan ustanın biyografisi aklıma geldi. İster sevin, ister sevmeyin zorluklarla geçen bir hayatta ilkleri başarıp, zorlukları avantaja çevirebilen, inandıkları uğrunda çoğu zaman da yalnız yürüyen bir adamın hikâyesini okursunuz o kitapta. Gazetecilik zor zanaattır, hele ki ülkenin geçtiği en kritik dönemlerde bile ilkleri başarmak o mesleğe gerçekten inanıp sahiplenmekle mümkün olabilir. Birand’ın cenazesindeki kalabalık onun mesleğine saygısının bir göstergesiydi, her gazeteciye nasip olmayacak gerçek bir haberdi. Cenazede bulunan tüm genç meslektaşları bir gün Birand gibi uğurlanabilmeyi dilemişlerdir içlerinden; hayat boyu haber peşinde koşarken, öldüğü gün bile olsa haberin merkezinde olarak.

Cumartesi günü Şişli ilçesi hareketli bir gün geçirdi. Birand’ın cenazesinden birkaç saat sonra farklı bir kalabalık bu sefer her sene toplandıkları caddedeydi, aramızdan ayrılışının altıncı yıldönümünde Hrant Dink’i anmak için. Osmanbey’de oturmamı fırsat bilip, erkenden kalabalığın arasına karıştım. Birkaç dost, tanıdık sima ile karşılaştım, çocuklarını alıp gelmişlerdi. Bir gün büyüdüklerinde çocukları bu ülkede neler olmuş dememeleri için, onları o yaştan duyarlı olmaya alıştırıyorlardı belki de… Gözümü Agos binasına doğru çevirdiğimde geçen yıllara göre farklı bir afiş ile karşılaştım. “Buradayız Ahparig” yazısı beni seneler öncesine götürdü. Babam senelerce Ahparig sözcüğünü Taksim’de Ermeni dostlarına alışverişe gittiğinde kullanırdı, o zamanlardan bilirdim Ahparig, kardeşim demekti. Saat 15.00’i bulmadan binlerce insan Halaskargazi Caddesi’ne akım etmiş, Türkçe ve Ermenice ezgiler ile Hrant Dink’i anmaya başlamışlardı. Hayattayken “Gerçekleri görmesi gereken toplumlardır, insanlardır. Konuşulması gereken kavram da vicdandır. Devletlerin vicdanı olmaz. Toplumların ve insanların vicdanı olur.” demişti.  Kendisi orada olmasa da binler onun sözlerini dinlemiş, elini vicdanına koyup yoğun yağışa rağmen meydanı doldurmuşlardı. Şüphesiz Hrant Dink’in katli, sonraki süreçte tüm azınlık gazetecilerini olumsuz etkilemiştir. Kimse belli etmese de “Bir gün ben de insanların hoşuna gitmeyecek şeyler söylersem, benim de sonum Hrant gibi mi olur?” diye düşünür olmuştur her makale yazışında. Onun aramızdan ayrılışı ötekine karşı tahammül ve demokrasi adına verdiğimiz başarısız bir sınavdır. Her şeye rağmen, oradaki kalabalık göstermiştir Ahparig’e yalnız olmadığını. Anma törenine gelen birçoğu yabancı gazeteci sağduyunun tanığı olmuşlardır. Bu ülkede bir yandan düşünceleri yüzünden birileri hayatlarını kaybedebilirken, halkın diğer bölümü kayıtsız kalmamaktadır haksızlığa. Şişli semti ne kadar da metaforiktir demokrasi şehitlerimiz için. Halaskargazi Caddesi’nden kaybettiklerimizin ilk rotası başlar, önce Hrant karşılar bizi kaldırıma işlenen granit bir taşla, biraz ilerde ise yenilenen heykeli ile Uğur Mumcu, köşeye dönüp Nişantaşı’na vardığınızda ise Abdi İpekçi çıkar önünüze “Unutmayın, ben de buradayım ”der. Renkli hayatlarımızın, alışverişin, modanın tam ortasında sessizce bizi izlerler gün boyu, yaşanan acıları bize hatırlatmak için. Peki, ne kadar yol kat etmişizdir, birbirimize tahammül etmek adına geçen onca zamanda?

 Perşembe gecesi saat 02.00 sularında bindiğim taksinin şoföründen duyduklarımdı gözümü korkutan. Divan otelinin önünden Osmanbey’e kadar geçen yolda altında şalvarı, yüzünde çember sakalı, sinirden fırlayacak gözleri ile yol üstündeki tüm travestileri Allah adına katletmeyi düşünen bir zihniyetti beni düşündüren. Babamdan kalan bir alışkanlıktır, adım Mois’de olsa hangi kesimden olursa olsun hiçbir insanla konuşmaktan çekinmem, en fazla adımı sorarlarsa Melih derim geçer gider. Taksiden indiğimde bu ülkede ne kadar çok öteki var diye düşündüm, Eşcinsellik düşmanlığı ise bu teferruatın bir parçasıydı sadece içinde faşizm barındıran bir zihniyet için. Ülkenin yarısı Yahudi komşu istemiyormuş diye üzülürken, daha ne vahim durumlar vardı belki de görmek istemeyip, sırt çevirdiğimiz. Herşeye rağmen çözemediğim bir keşmekeş benim ülkem.6–7 Eylül’de efsane Lefter’in evini yağmalayan da biziz, Kadıköy’den vapur kaldırıp onu kurtarmaya giden de. Varlık Vergisi’ni uygulamaya geçiren de biziz, Nazi soykırımından yüzlerce Yahudi’nin kurtulmasını sağlayan diplomatlar da. Bir yanımız yangına körükle giderken, diğer yanımız ise sağduyuyu hatırlatıyor her seferinde. Nice acılar yaşasak da milletçe inancımız tam o sağduyunun sesine, biliyoruz ki tüm karanlıklar aydınlanır bir gün, ne korku ne de ölüm unutturabilir bize barış ve kardeşlik yolunu. Tıpkı Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Dilerim yaşayasınız tek ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” Hag Tu Bişvat Sameah.