Doğrular ve eğriler

Eddi ANTER Köşe Yazısı
3 Ekim 2012 Çarşamba

Son zamanlarda sürekli aynı konu ile karşı karşıya kalıyorum. Konu din kitabı ve içeriği. Üzerinden o kadar zaman geçip ve “up-date” edilmeyen ve güncelleşmemiş bir kitap ve içinde ihtiva ettiği bilgiler bugünün şartlarında ne kadar geçerli acaba? Bu konu hakkında ne düşündüğüm  önemli mi? Ya sizin fikriniz? Önemli değil bence, hem de hiç önemli değil çünkü sen ben önemli değiliz. Bunun farkına varmak dahi sorgulamanın ilk adımını oluşturabilir.

Yıllar önce benim gençliğimde slip ve streç mayoları giymek dışında bir seçeneğimiz yoktu. En popüler markasından dolayı tipine bile Speedo derdik. Elin Amerikalısı koca şortlarla gezinirken biz mini minnacık mayolarla Avrupalı diye hava atar  “cool”  takılırdık. Gerçi o günlerde cool kavramı pek kullanılmazdı ya neyse… Bugün hemen herkes diz boyu şortlarla denize girip yüzüyor nerdeyse saatlerce onun kurumasını bekliyoruz. Slip mayo artık trendy değil ve hatta giyen yadırganıyor. Acayip veya tuhaf bulunuyor.

Bunun yanında yine gençlik dönemimde erkeklerin küpe bilezik takması abes sayılıyordu. Kutsal Kitabın dediği gibi bunlar ‘kadın ziynet eşyası’ olarak görülmekteydi. Bizde de bu zihniyet hâkimdi. Bugün sokakta kulağında iki hatta üç küpe, ‘piercing’ olmayan erkekler benim yaş gurubumdan olmalı. Onlarında ya saçları uzun ya dövmeleri var. Çoğu zaman da bir küpeleri… Küpe artık kadın ziynet eşyası olarak sayılmıyor. Değişen ne? Moda, akım denilen aslen bir değişim mi? Herkes küpe takarsa veya zil takıp oynarsa ben bunu yapmayansam toplum dışına atılan itilen ben mi olmalıyım?

Eski Romalı gladyatörler gibi beyaz çarşaflarla ayağımda sandaletlerle sokağa çıksam kim ne der acaba? Kim ne der? Bu soruya uyum sağlayacak şekilde yaşamaya gayret ederiz de neden kitaba bağlı yaşamak ağır gelir? Kitabın beklentilerini karşılamak neden bu kadar zordur? O günlerde incir yaprağıyla örtünmek neden icap etmişti? Neyi örtmeye çalışıyorlardı? Hangi ayıbı kapatmak için giyinmek gerekmişti? Biz bugün hangi ayıpları örtmeye ya da edepsizce ortaya koymak derdindeyiz?

Kitap bilgilerinden dolayı deniz mahsulleri konusunda seçici olmaya başladım. Midye, karides, ıstakoz vs gibi kabukluları artık yemiyorum çünkü kabukla balık eti arasına gözün göremeyeceği boyda kum taneleri sıkışabilir ve ben farkında olmadan yiyerek böbreklerime zarar verebilirim. Gittiğim her lokantada açıklamak yerine “alerjik” olduğumu dile getiriyorum. Her yazılan yasak veya kural ile ilgili benim aklıma hizmet edecek bir açıklama ya da ispat bulmam lazım mı acaba? Bunu da düşünmüyor değilim. Akıl ve ego sürekli devrede. Ne yazık ki…

Doğrular ve yanlışlar var. Bunun yanında iyilik ve kötülük aynı zamanda da güzellik ve çirkinlik de yer alıyor. İyi olmak kolay mı? Belki de kötü olmak işimize geliyor. Ne dersiniz? Hele kimse görmeden yapansak… Hangisi doğru hangisi cazip? Bir hayatım var onu yaşamak için sana mı soracağım? Yoksa kitabın söylediklerini mi uygulayacağım? “Ben bilirim. Ben O’ndan daha iyisini bilirim…”  diyenlere… Ah ego vah egom.

Şu anda neden domuz eti yine yenmez. O gün şartlar kötüydü ve pislik, çöple beslenen domuzlar bugün en sıhhi ortamda yetişip kesiliyor ve yenmesi için sunuluyor. Kutsal Kitap belki o gün yazıldı ve o zamanın şartları için uygundu diye düşünenler olabilir.  Bahsi geçen hayvanın adı değişmedi. Uygulayacaksın, söz dinleyeceksin sonra da sebebini öğreneceksin! Ancak değişen bir toplumun değişen değer yargılarıyla bizlerin de bakış açısının değişimi gerçek bir değişim mi olur? Bizler o günlerden beri ilerledik mi yoksa aynı yerde mi sayıp yol aldığımızı mı zannediyoruz?

Aradığımız şey mutluluksa bunu değişen trendlerde büyüyen egolarda mı bulacağız? Mutluluk olgusu dışarıdan gelecek bir şey midir? Kaynak nerede? O’na nasıl ulaşılır? Mutluluğa ulaşmanın yolu acaba nereden geçiyor?

İnsanoğlu yalnızdır. Bu dünyaya yalnız gelir yalnız gider. Çırılçıplak doğar yine çırılçıplak ölür. En büyük yalnızlığı hatta tek yalnızlığı yaşamın içinde oluşudur. Ölüm bir kavuşma, birleşme, yalnızlıktan arınma, kurtulup bütün olmak yoludur. Zamanı gelince tabii… Hiç kimse zamanından önce ölmüyor herkes bir şekilde tamamlaması gereken geçmesi elzem öğrenmesi zaruri dersleri aldıktan sınavlarını verdikten sonra diplomasıyla yolcu ediliyor ve yoluna çıkıyor.

Peki, doğrular ve yanlışlardan bahsederken Mutlak Doğrular var mı? Yoksa onlar da insanoğlu gibi değişken mi olmalı? Kendimize referans olarak almamız gereken bizlerin aklı mı yoksa verilen bilgileri oldukları gibi sorgulamadan kabul etmek mi?

Bu kadar kafayı yormaya ne gerek var? Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum. Cevabımsa basit. “ Sen aradığın mutluluğu bulduysan beni boş ver. Ben senin için de düşünüyor sorguluyorum zaten” deyip geçiyorum. Bunu soransa halen düşünüyor farkında bile değil.

Sürekli sahne dekor ve kostümler değişiyor ancak roller aynı kalıyor diyorum. Bir şeylerin değiştiğini bizlerin yol kat ettiğini sanıyorken, hepimiz sözde bir değişimin içinde ya sorguluyoruz ya da inkâr ediyoruz pek çok gerçeği. Hâlbuki Kutsal Kitap olduğu gibi duruyor. İçerik aynı, bilgisi sabit ancak okuyanlar, zamana adapte olanların okudukça yorumları değişiyor. Bu hissi yakından tanırım.

İlk romanım Lilly- Ben Bir Arap Yahudi’siyim yayımlandıktan 3 sene sonra İngilizcesini yazmaya başladım. Tercüme esnasında benim ve düşüncelerimin de değiştiğini fark ettim. Yazıyı birebir tercüme etmek yerine değiştirerek yazmaya başladım. Baktım olacak gibi değil. Sanki yeni bir roman yazıyordum. Bu konuda benim kadar yazılana bağlı kalmayan, hissi bağı olmayan bir tercüman bulduğumda diğer kitaplarımın tercüme işini de fasona verdim. Bana sadece edit etmek kalmıştı. İnsanoğlu değişimden geçiyor ve aynı kitabı farklı zamanlarda okuduğunda farklı satırların altını çiziyor ya da daha önceden altını çizdiği cümlelere baktığında “Acaba neden çizmişim” diye kendi kendine sorabiliyor. Değişmeyen bir kitap var içeriği belli ya yapar uygularsın veya sorgularsın. Kitap kalıcı ben ve sense gidiciyiz. İyisi mi yol yakınken düşünmekte fayda var. Bu kitabı mı değiştirmeliyiz yoksa kendimizi mi?