Kuzuların sessizliği, aydınların suskunluğu

Ünlü Türk düşünürü Cemil Meriç’e göre aydın insan, “gerçek uğrunda her savaşı göze alan, bağımsız bir mücahittir.” Ya bugün dünyanın her yerinde suskunluğu kural edinen, kendisini ilgilendirmeyen meselelerde konuşmayan, bağırmayan ‘aydınlar’a ne demeli? Emile Zola’yı her daim hatırlamakta fayda var.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
28 Eylül 2012 Cuma

Dünya tarihi genelde, çok sonraları düzeltilmiş adalet sorunlarıyla şekillenmiş olaylar zincirinden ibaret sanki.

Dünya tarihinin özetine baksanız bile, yerkürenin her köşesinde adalet kavramının eksikliğinin ne gibi felâketler doğurduğunu, ne ocaklar söndürdüğünü görmek kabil. Adaletsizliğin genel kural, adaletin istisna olduğuna karar vermek mümkün bir anlamda. Zira tarih genelde güce tapan vasatlar ve onları yöneten, egolarına yenik düşmüş ‘güçlü’ yöneticilerin şekillendirdiği bir tarihtir. Vasatlar sadece kendi eksenleri etrafında gezindikleri ve hayata kendi sığ görüş açılarından baktıkları için dünya sorunlarına, adalet meselelerine pek ‘kafayı takmazlar’. Adalet sorgulanmadığı müddetçe de zalim olsun, olmasın yöneticiler kendi bildikleri yolda, çoğu zaman sorunların varlığını pek önemsemeden, kendi etrafında topladıkları ‘şak şak’çıların desteği ve yönlendirmesiyle idare ederler ülkeleri.

Bu noktada ‘aydın’ insanın tarihe dokunuşu devreye girer. Zira aydın insan, kendisiyle alakalı olmayan hayat ve dünya meselelerine kafa yoran farklı bir kategoridedir. Vasatlar ezici  çoğunlukta, aydınlar ise azınlığın azınlığıdır. Ünlü Türk düşünürü Cemil Meriç’e göre, “aydın; dürüst, uyanık ve cesur insandır. Hakikat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.”

Aydın sadece dünyayı yorumlamayı değil, onu değiştirmeyi, ona müdahele etmeyi düşünen özel bir insandır. ‘Aydın namusu’ yazılı olmayan yüce bir ahlaki yaklaşımı içerir. Aydın, kendisi kadar ötekini de düşünür. Onun sorunu ile ilgilidir. Özcümle, telaffuz edilmese de aydın, Tanrı’nın sevgili kuludur çünkü o duyarlıdır, bencil değildir, dünyanın gidişatından aydın namusu gereği sorumlu tutar kendini. Aydın, sürüden ayrılıp ona yabancı, giderek düşman gibi bakılmasına göz yumar, zira sadece doğrunun peşindedir.

Meselenin bir başka yüzü de vardır. Bazen aydın olmak tehlikeli olmak ile eşdeğer görülebilir. Dünya tarihi nice böyle hüzün hikâyeleri ile doludur. İşte bu nedenle ‘susan aydın’ kimliği başgösterir yeryüzünde.

Susan aydınlara en büyük istisna, bugünlerde ölümünün 110. yılında andığımız Fransız yazar Emile Zola olmalı. Zola, kendi halinde bir yazarken, Dreyfüs Olayı’nda devletin ve ordunun yaptığı büyük sahtekârlıklara adeta tek başına karşı çıkacak ve susan aydınlarla kimi vasatları uyandırmayı başaracaktı. Zola, keyifleri yerinde olan diğer aydınların duyarsızlığına katılmamış, bir gün tüm Fransa’yı şoke edecek ‘J’accuse’‘Suçluyorum’ gazete makalesiyle, herkesin inandığı büyük yalana tek başına aydın namusu ile karşı gelecekti: “Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim; orada işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak...”

Zola, Fransız Yahudi subayı Dreyfüs’ün meselesinde, kanıtların hasıraltı edilmiş, orduyu korumak adına adaletin hiçe sayılmış olmasına; aldatıcı ve hileli raporlar sunulmuş olmasına, ayrıca gazetelerin kamuoyunu yanıltmış olmasına isyan ederek bütün bunları tek tek, Fransa Devlet Başkanı’na hitaben yazdığı tarihi makalesine koyacaktı. Çok zor günler geçirir. Hüküm giyer, öldürülme tehdidiyle yaşar ve İngiltere’ye kaçar.

Namuslu aydının kaderi böyle olacaktı. Lakin, ilahi adalet geç de olsa tecelli edecekti hep olduğu üzere. Zola, başlattığı hareket ile Dreyfüs’ün tamamen suçsuz olduğunu cümle aleme kanıtlamış olacaktı, davadan tam 12 sene sonra. Lakin kendisi bunu göremeden ölecekti –kimi iddialara göre öldürülecekti.- Ve Fransız Devleti 12 sene sonra Dreyfüs’e rütbelerini geri verecek, tam 100 yıl sonra ise, 2006’da Jacques Chirac, Fransa Devleti olarak özür dileyecekti.

Zola gibi namuslu aydınlar oldukça karanlıklar geç de olsa aydınlığa dönüşecek bu adaletsiz dünyada.

Şöyle demişti ölümünden az önce: “Benim tek bir tutkum var. Öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğunu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım, ruhumun çığlığından başka bir şey değil...”

Emile Zola’nın ışık tutkusunu bugün dünya her yerde mumla arıyor. Aydınların suskunluğu kuzuların sessizliğinden beter sonuçlar veriyor.

Sustukça karanlıklar aydınlanmayacak.

Oysa ki mağduriyetin ve adaletsizliğin yegâne düşmanı Zola’nın tutkusu olsa gerek.

Aydın konuştukça yıkılmaz duvarlarda çatlaklar oluşacak. Yarıkların içinden geçecek olan Zola’nın ışığı adaletin gücünü gösterecek.

Emile Zola’yı ölümünün tam yüz onuncu yılında büyük saygıyla anıyoruz.