Taksiciden veryansın!

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
29 Ağustos 2012 Çarşamba

Eğer taksi şoförleri ile siyaset sohbeti yapmak gazeteci olmanın ilk adımı ise geçtiğimiz hafta sonu, ben bu zorlu dünyaya ilk adımımı attım. Gerçi uzun zamandır bu sütunda siz dostlarımla fikirlerimi paylaşıyorum ve bu bana derin bir zevk veriyor. Ancak kendimi – ne yalan söyleyeyim – kelimenin basit anlamı ile bile gazeteci olarak nitelendiremedim bugüne dek.

Gelin görün ki, memleketten çok uzaklarda o gün hayatıma giren bir şoför işin seyrini değiştirdi! Sıkışan trafikte dövünmeye başlayan Montrealli taksiciyi benden başka kim sakinleştirebilirdi ki. On beş milyonluk bir kentten geldiğimi ve yol inşaatlarında beklemek üzerine kitaplar yazabilecek birçok kişi tanıdığımı söyleyince, adam başını sağa sola sallayarak, “Evet” dedi “İstanbul bu konuda korkunç…”

 

Meğer kendisi Lübnanlıymış ve defalarca Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’u, Bursa’yı, Antalya’yı gezmiş, birçok Türk tanıdığı olmuş. Beklentim Türkiye’yi yere göğe sığdıramaması iken, birden kendimi hızla duvara toslamış buldum. Dostumuz bize verip veriştirdi. Türkiye’nin son Ortadoğu siyasetine tepkisini nazikçe  ancak acımasızca göstererek yerin dibine geçirdi. Mavi Marmara ile başlayan, Mısır’da Başbakan’ın gövde gösterisi ile devam eden dış siyasetin Libya’daki tutarsızlığından sonra, Arap sokaklarının artık Ankara’ya güvenmediğini bile söyledi. Hele hele Suriye ile geçmişte geliştirilen büyük dostluğun nasıl da böylesi bir nefrete dönüşebildiğini hiç anlamadığını ifade ederek, “Esad’ın gitmesi son bağımsız Arap yönetiminin düşmesi olacak… Bu da Yahudilerin bölgeyi kontrol edecekleri anlamına gelecek…” dedi. Ona göre, Türkiye bugünkü politikası ile buna hizmet ediyormuş.

 

Yol tıkandıkça sohbet koyulaşıyordu… Kendisi Hıristiyan bir Arap’tı ve Esad’ı Ortadoğu’daki – kendi memleketi Lübnan dâhil – Hıristiyan toplumunun güvencesi olarak görüyordu. Körfez ülkeleri Yahudileşmişti. Suudi Arabistan petrolünü onlara son kuruşuna kadar satmıştı; Katar İsrail ile sıkı fıkı bir dostluk geliştirmişti… Onlardan Arap dünyasına hayır gelmezdi. Bir tek Esad kalmıştı dik duran. Şimdi onun gitmesi ile Müslüman Kardeşler, Suriye’yi tamamen ele geçireceklerdi. Satır aralarında fark ettiğim endişesi buydu. İslamlaşacak bir Suriye’de ve onun etkisi altında kalacak  Lübnan’daki Hıristiyan toplum derinden yara alacaktı… Bunun ilk yansımalarını Mısır’da görmek mümkündü…

 

Türkiye Filistin davasına olan desteği ile Arap dünyasında büyük prim kazanmıştı. Bunu devam ettirmesi herkesin yararına olurdu. Oysa şimdi Türkiye Suriye ile Irak ile İran ile kavgalıydı. Buradaki yanlışlığın nereden geldiğinin teşhisi ise iki öz sözcükte toparlanıyordu :
Amerika ve Yahudiler…

 

Tam da burada trafik açılmış ve otele varmıştık. Koyu sohbetin seyrinde soramadığım sorular vardı. Nafile! Zaman kalmamıştı, ne yazık ki.

 

Sormak isterdim, Esad’ın gitmesi ile bölgede artacağına inandığı Yahudi etkisini nasıl Müslüman Kardeşler ile bağdaştırabiliyordu? Yoksa Müslüman Kardeşler Amerika’nın ve onu yöneten Yahudi lobisinin güdümünde miydi? Söylediklerinden bunu mu anlamak gerekiyordu? Lübnan’daki Şii Hizbullah ile Suriye ilişkisini nasıl buluyordu? Hizbullah, Beyrut’un siyasi yaşantısında etkin Şii bir örgüt olarak buradaki Hıristiyan toplumunun yarınlarına tehdit teşkil etmiyor muydu?

 

Herkesin fikri kıymetlidir. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz. Mesele bu fikirleri dinlemeye hazır olmakta. Lübnanlı taksi şoförünün hissettiği kırgınlık veya küskünlük tek başına bir şey ifade etmez mutlaka, ancak söylediklerini yabana atmak da olmaz. Paylaşmak istedim!