Dünya baş döndürücü bir hızla gündem değiştiriyor. Dar alana o kadar çok şey sıkıştırmak gibi bir telaşa düşmüş ki insan, artık bilgisayar yetmiyor, cep telefonları yetmiyor, tabletler yetmiyor. Teknolojik anlamda ne çıksa, ortaya mal olduğunun ertesi günü eskiyor, aylarla sayılabilecek bir zaman temposunda ‘hurdaya’ ayrılıyor. Nostalji gençleşiyor, sıradanlaşıyor.
Dünya baş döndürücü bir hızla gündem değiştiriyor. Dar alana o kadar çok şey sıkıştırmak gibi bir telaşa düşmüş ki insan, artık bilgisayar yetmiyor, cep telefonları yetmiyor, tabletler yetmiyor. Teknolojik anlamda ne çıksa, ortaya mal olduğunun ertesi günü eskiyor, aylarla sayılabilecek bir zaman temposunda ‘hurdaya’ ayrılıyor. Nostalji gençleşiyor, sıradanlaşıyor.
Siyasetten spora, sosyal yaşamdan bilim - teknolojiye ve sanata bu gerçek her alanda kendini tekrarlamaktan yorulmuyor. Belki de bu hızdan dolayıdır ki toplumlar artık lider yetiştiremiyor, kanaat önderleri, düşünürler sığ sularda yüzmek zorunda kalıyorlar. Birikimin oluşmasına izin vermeyen, gitgide dürtüler ve içgüdü üzerine kurgulanan bir yaşam egemen oluyor.
Post modern düzenin fast food kültürü insanın iliklerine iyiden iyiye işliyor, ‘facebook – twitter – what’s app’ zinciri, kişiyi bir anda vezirken rezil edebiliyor. Herkes herkesi, her yerde, her koşulda izliyor. Özel olan alenileşiyor, bilgi ucuzluyor, kirleniyor.
Rahatsızlık duyuyorum doğrusu bu şekilde olayların bireyi önüne katmasından. Nereye savrulacağının farkında olmayan Z kuşağı beni endişelendirmiyor desem doğruyu çarpıtırım. Yüzeysel bilgilerle yoğrulmuş, etrafında gelişenlere karşı ilgisiz ancak fikri varmış edası ile ortada sallanarak gezinen Y kuşağı da beni endişelendiriyor. Onların toplumsal anlamda ne derece yetkin oldukları, karşılarına çıkacak sorunlara yanıt modeller geliştirmede ne derece başarılı ve becerikli olacakları konusu, bana göre, henüz cevap bulabilmiş değil.
Dünya kavga alanı. Rekabet her yerde kontrolden çıkmış insan yığınlarını sürüklüyor. Olimpiyatlarda tanık oluyoruz. Her dört yılda bir gerçekleşen açılış törenleri, insan zekâsını, yaratıcılığını zorlayacak bir seviyeye geldi. Sportif karşılaşmalarda puanların, saha içi olduğu kadar masa başı taktikleri ile de yer değiştirdiği gözler önünde. Kuralına uygun olduğu sürece spor etiği açısından bunun elbette ki rahatsız edici bir yanı yok. Ancak günümüzde gelinen noktada, amacın, spor yarışması düzenlemekten çok, sporu spordan başka her şeye alet etmek olduğunu, yapaylığın bu gibi organizasyonları ele geçirdiğini gözlemlemek, düşündürücü.
Kendimi bilerek takip ettiğimi hatırladığım ilk Olimpiyat Oyunları Münih’te yapılandı. Mark Spitz’in yüzmede artarda kırdığı rekorlar ve aldığı yedi altın madalya herkesi büyülemişti. Zaten o Olimpiyatlar bir Mark Spitz’in efsanevi başarıları ile bir de Filistinli teröristler tarafından önce rehin alınan sonra da öldürülen İsrailli sporcularla biliniyor. Her iki olay da, bugün tarihin solgun sayfalarında kaldı. Spitz birkaç kez cümle içinde kullanılan bir bilgi kırıntısı olarak olimpiyat magazininde yerini alırken, İsrailli sporcular için ‘1 dakikalık saygı duruşu’ bile fazla sayıldı. Buna karşı olanlar, kaygılarının oyunların siyasileştirilmesi olduğunu söylüyorlar. Oysa olay basit bir hatırlama. Terörün, kötülüğün, nefretin, neler yapabileceğini unutmama adına bir duruş. İnsanlığın, Olimpiyat Ateşi altında dahi, birilerinin birilerini öldürebileceğini aklından çıkarmaması için basit bir çaba… Olmadı… Olsaydı tam da yeri olurdu katliamın 40.yılında…
Dünya kavga alanı… Savaşlar, anlaşmazlıklar kaynak ve dayanak değiştiriyor. 21.yüzyıl din temelli çatışmaların asrı olacak diye beklerken, bu da eskidi, demode oldu… Şimdilerde, dinden öte, etnik kimliklerin öne çıktığına tanıklık ediyoruz. İmparatorluklar 20. yüzyılda çöküp gitmişti. Şimdilerde, fütüristlerin tartışması gereken konunun, “ulus-devletlerin hâlâ başında bulunduğumuz asrı nerede bitirecekleri” olması gerektiğini düşünüyorum.
Siyaset henüz bu türden kavgaları çözebilecek tecrübe birikimine ulaşamadı, yalpalıyor. Örneğin, Arap Baharı yanlış bir algı üzerine oturtuldu. Sonunda şapkadan milliyetçilik çıkmadı, din temelli devlet yapısı da çıkmadı, demokrasinin adı bile anılmadı. Prematüre seçimler etnik esaslı ihtirasları, kılık değiştirmiş çıkarların yönlendirdiği yapılanmaları öne çekti. Lider niteliksizliği, öngörüsüzlük başköşeye oturdu, insan topluluklarını parmaklarının ucunda oynatır duruma geldi… Ve insanlar, Camus’nun Yabancı’sı gibi, olaylara seyirci, zamanın akıp gitmesini izliyor aval aval.
Nemle yoğrulmuş sıcağın kavurduğu bir pazar akşamüstü insan ancak bu kadar karamsar olur diye kendime kızmaya hazırlanırken, aslında düşüncelerimin az bile olduğu sonucuna varıyorum, içim biraz buruk. Gazetelerin sayfaları, ajansların geçtiği haberlere bakın… Güzel neye ulaşabiliyorsanız, özünde, saflığını yitirdiğini veya yitirmekte olduğunu fark ediyorsunuz… Bu yaşlılık olsa gerek diye irkiliyorum. Sonra, çabuk toparlıyorum… Hayır! Bu genç nostaljinin ta kendisi, diye avutuyorum kendimi…