Türk-İsrail ilişkileri bilge liderlere bakıyor

Milliyet Gazetesi yazarı, dış politika ve diplomasi editörü Semih İdiz, ŞALOM için kaleme aldığı yazıda Türkiye-İsrail ilişkilerinde gelinen son noktayı özetliyor

Semih İDİZ Köşe Yazısı
19 Ekim 2011 Çarşamba

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde gelinen nokta ortada. Tabii, bazılarının umutlu bir şekilde altını çizdikleri gibi, karşılıklı ticaret her şeye rağmen artıyor olabilir. Fakat bunu diplomatik alandaki tahribatı giderebilecek bir faktör olarak görmek yanlış. Ticaret, yapısı itibariyle öyle bir şey ki, karşı tarafı bunun üzerinden “cezalandırmaya” kalktığınızda, kendi çıkarlarınıza da zarar verebiliyorsunuz.

Ancak, ABD ve Çin örneğine bakarsak, karşılıklı ekonomik bağımlılık bile devletlerin siyasi, diplomatik ve stratejik rakip olmalarını engellemiyor. Çok farklı bir ölçekte olsa bile Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilere de mevcut ortamda bu gözle bakmak gerekiyor. Zira artık bazı çizgiler geçildi ve birkaç yıl önceki “statüko”ya geri dönülmesi, imkânsız olmasa da, artık çok zor görünüyor.

Geriye doğru baktığımızda bu durumu ortaya çıkaran “etkileşimli olaylar zincirini” ise artık daha net görebiliyoruz. Gazze’ye karşı düzenlenen kanlı “Dökme Kurşun” operasyonundan bu yana yaşanan - ve Başbakan Erdoğan’ın ünlü “Davos çıkışını” da içeren - gelişmeler silsilesinin, hem mecazi hem de gerçek anlamdaki “öldürücü darbesi” ise Mavi Marmara olayı oldu.

 Özetle, sanki bir plana uyuluyormuş gibi - Türk Büyükelçisi’ne çocukça çekilen “alçak koltuk muamelesi”nin de dahil olduğu – olumsuzluklar,  kademeli olarak kötüden daha da kötüye gitti. Anlamlı olduğu kadar önemli olan Türk-İsrail ilişkilerinin bu noktaya gelmesinde hangi şeytanın parmağı var tabii ki bilemeyiz. Her iki ülkede komplo teorilerine karşı belli bir zafiyet olduğu için, bu konudaki “tevatür” de “muhtelif”.

Ancak burada önemli olan husus, iki tarafta sorumlu konumda olan siyasi liderlerle yetkililerin, her iki ülke açısından bölgesel dengeleri sarsacak olan bu “diplomatik kazayı” öngörememeleridir. Fakat buradaki sorun sadece “krizi öngörememek” sorunu da değil.

Bir tarafta,  iktidara geldiği andan itibaren İsrail’de endişeyle “dinci” diye izlenen AKP’nin, diğer taraftaysa, Türkiye’de “Filistin karşıtı aşırı dinci ve milliyetçi” diye bilinen kesimlerin iktidara gelmiş olmasından kaynaklanan “kültürel ve ideolojik zıtlık” da göz ardı edilemez.

Bu nedenle de, Başbakan Erdoğan’ın iki yıl öncesine kadar Türkiye’nin İsrail ile var olan iyi ilişkilerini, pragmatik nedenlerle de olsa, sürdürmüş olması - ve bu çerçevede İsrail’e resmi bir ziyaret bile gerçekleştirmesi - “Filistin” konusuna son derece duyarlı olan “ideolojik damarının” İsrail’e karşı anında tetiklenmesini engelleyemedi.

Kendisi de dünyaya “ideolojik” gözle bakan İsrail’deki iktidarın buradaki temel hatası, “laik Türk ordusu her halükarda AKP’yi doğru yolda tutar” inancına dayanarak hareket etmesi oldu. Özetle İsrail bu varsayımını geçersiz kılan dinamikleri geç anladı. Bu nedenle de Başbakan Olmert’in Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaretin hemen ertesinde, Gazze’ye karşı düzenlediği sürpriz operasyonda çok sayıda kadın,  çocuk ve yaşlının öldürülmesinin AKP üzerindeki etkisi tahmin edemedi, veya ettiyse bunu azımsadı.

O operasyon sonrasında İsrail’e karşı takındığı katı tutum nedeniyle Başbakan Erdoğan’ın itibarının Arap halkları nezdinde roket hızıyla artması ise, Türkiye’nin elini güçlendiren, İsrail’in konumunu zayıflatan önemli faktörlerden biri oldu. Erdoğan böylece, Hamas’a duyduğu sempati de hesaba katıldığında, İsraillilerin “en nefret edilen adam” listesinde ilk sıraya oturdu.

Bu nedenle de Mavi Marmara’da öldürülen Türk eylemciler için Türkiye’nin ortaya koyduğu özür ve tazminat koşullarını karşılamak, “Erdoğan ile dinci destekçilerine verilen kabul edilmez tavizler” olacağı gerekçesiyle, İsrail’deki dinci ve aşırı milliyetçiler açısından “zül” oldu. 

İsrail’in bu hususlarda adım atmaması sonucunda, Türkiye de başta ortaya koyduğu, fakat bir süre sonra arka plana ittiği “Gazze ablukası kalksın” koşulunu da yeniden dayatmaya başladı. BM Genel Sekreteri’nin Mavi Marmara olayı için kurduğu Palmer Paneli’nin ortaya çıkardığı rapor ise bu düğüme bir çözüm getirmek yerine, açmazı daha da derinleştirdi.

 Bugün Türk-İsrail ilişkileri derin bir kuyuya düşmüş durumdadır. Kuyudan çıkış yolları ise şu anda görülmüyor. Bu ilişkilerin düzelmesi için hükümetler düzeyinde alınması gereken stratejik kararların gerektirdiği siyasi iradesi bulunamadıkça da durumun düzelmesi zor görünüyor.

Bu arada “Arap Baharı” ile gelen ve hem Türkiye’yi,  hem de İsrail’i yakından ilgilendiren belirsizlikler bile ilişkilerin düzletilmesi konusunda “teşvik edici” bir rol oynamış değil.

Aksine, sanki her iki tarafta bu kavgayı sürdürmek isteyenlerin etkili olduğu bir dönemden geçiliyor.

Hal böyle olunca, eski duruma dönmek mümkün olmasa dahi,  bu ilişkileri “karşılıklı yarar” esasına dayanan ve “işlevsel” olan asgari bir noktaya taşımak bile, öyle anlaşılıyor ki, daha bilge siyasetçilere bakacak. Buradaki tehlike ise o zamana kadar işin işten geçmiş olmasıdır.