Değişen takvim üzerine saçmalamalar

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
4 Ocak 2012 Çarşamba

Yıl eskidi/Kovduk gitti /Yenisi geldi /Ne değişti?

Farzet ki bir çember/Nerede başlar, nerede biter?

Takvimin son sayfasını birkaç gün önce koparttık ve duvara yepyeni bir takvim astık. Takvim değiştirme süreci nasıldı? Tombala oynadık, kırmızı donandık ve narları paraladık mı? İyi eğlendik mi?

Açıkçası, eğlenmenin ne anlama geldiğini oldum olması anlamamışımdır, sevgili okurlar. “Nereye böyle?” “Eğlenmeye!” “Nereden böyle?” “Eğlenmeye gitmiştik de...” Sipariş üzerine eğlence olur mu? Gençlerden biri başarı kriterlerini sıralıyordu geçenlerde. Ona göre başarı, eğlenceli geçen bir gündü. “Haydi eller havaya yaptık, ne eğlendik, ne eğlendik!”

Aklıma yine babaannem Estreya geldi. Her cumartesi öğleden sonra dedemle İnci Sineması’na giderlerdi. Döndüklerinde sorardık, film nasıldı. “Çok güzeldi, bir ağladık, bir ağladık!” Bir keresinde beni de götürdüler Ayşecik filmi seyretmeye. Küçücüktüm, hislendim ve zırladım. Azarladı beni Estreya; “Film bu, ne ağlıyorsun?” Hayat çelişkilerle dolu, ne yapacaksınız?

Başarı dedim de... Başarılı sayılması için, kişinin kendini başarılı sayması yeterli midir? Yoksa başarı, başkaları tarafından mı onaylanmalıdır? Başarı tekil ve göreceli midir? “Ben sadece şu konuda başarılıyım ve düne göre daha başarılı ama yarına göre başarısızım” diyebilir mi insan? Çokuluslu şirketlerde çalışanların performansı, her yılın sonunda uzun uzun değerlendirilir. Senelerce değerlendirme formlarını tercüme ettim; görev tanımlarını da. Bir keresinde şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Tarif ettikleri bu kişi karşıma çıksa, anında âşık olurum. Üstelik o sırada elimde olan, kepçe operatörünün görev tarifiydi. Böyle bir mükemmellik var mı!

Modern dünya her şeyi çok çabuk tüketip, her kavramın içini çok çabuk boşaltıyor. Bu yüzden başarı da, eğlence de içi boş kabuklardan farksız bence. Başarı çoğunlukla maddiyatla ölçülüyor. Müzik doktorası yapan gencin annesine, “ne işe yarayacak ki bu diploma?” diye soranlar olduğu sürece, toplum yapısı hakkında umutlanmanın pek anlamı yok. Belki de annenin vermesi gereken cevap şudur: “Haydi eller havaya yaparken, elini neden salladığını bilecek.”

Saçmaladığımı düşünüyorsunuz, değil mi? Yazımın başlığının “saçmalamalar” olduğunu size hatırlatayım sevgili okurlar. Ama artık ciddileşme zamanı geldi.

Kabala öğretisinde, yaşamın amacı tinsel doyumdur. Ruhani tatmin de diyebilirim. Dünyaya tam olarak hangi misyonla geldiğinizi bilmeseniz bile, “bana mı sordunuz doğururken” sorusunun tamamıyla arabesk olduğunu bilirsiniz çünkü hangi aileye ne zaman doğacağına, ruhunuz (tikun’u için en iyisini seçerek) karar verir.

Huzurun ne olduğu konusunda epey kafa yormuş biri olarak şu sonuca vardım. Huzur, ruhla vücudun uyumudur. Hiçbirini hissetmezsiniz çünkü hiçbiri öne çıkmaz. Başka bir deyişle, ne bedeniniz sızlar, ne de ruhunuz sızlanır. Başarı, işte bu huzuru yakalamaktır. “Ruhun huzurunu anladım da, vücudun sızıları ne olacak?” diye soracaksınız doğal olarak. Mesele şu ki sevgili okurlar, vücudun sızıları aslında ruhun çığlıklarıdır. Bedeni hasta eden, ruhun çektikleridir. Uzun hikâye aslında. İki satırla geçiştirilebilecek bir konu değil ama vücudun gösterdiği her hastalık semptomu, ruh-vicdan ikilisinin bir kusur ya da eksiklik duygusundan kaynaklanır. Tıp, semptomları ortadan kaldırmakla ilgilenir ama nadiren kaynağa iner. Psikanaliz çok uzun ve pahalı bir süreç olmasının yanı sıra, kaynağa ineceği mutlaka garanti değildir. Ne yapmalı peki? Kabalist bir psikanalist mi bulmalı?

Sanırım çoğumuz ruhumuza zarar veren şeyleri biliriz: öfke, içerleme, kıskançlık, eksiklik duygusu, vicdan azabı, çözümlenmemiş çeşitli pişmanlık ve ‘keşke’ler, sürekli geçmişte yaşamak, umutsuzluk ve hepsinden önemlisi inançsızlık; bir de daha önceki bir yazımda sözünü ettiğim gibi, işin kolayına kaçarak kötülüğü seçmek. Kişiliğimize ve aile yapımıza özgü bambaşka mutsuzluk kaynaklarımız da vardır tabii. Küçükken nasıl kodlandığımız, yani bize kendimiz hakkında dayatılan görüş ve fikirler de çok önemli. Ancak şunu iyice bilmeliyiz ki, ‘kafamızı’ bizden başka kimse ‘değiştiremez’. Düşüncelerimizi kimse düzene sokamaz. Korku ve endişelerimizi kimse silemez. Aşem’in yardımıyla her şey bizim elimizde. Yeter ki kendimizi O’na teslim edelim (başımıza gelebilecek her şeyi peşinen ve memnuniyetle kabullenelim) ve O’nunla konuşmayı (ve verdiği cevapları duymayı) öğrenelim.

İşte o zaman, başımızı yastığa koyduğumuzda başarılıyım çünkü huzur içindeyim deyip rahat bir uykuya dalabiliriz.