TÜRKİYE “Batı”nın doğusunda mı başlar, “Doğu”nun batısında mı biter...

Köşe Yazısı
21 Aralık 2011 Çarşamba

Jose V.ÇİPRUT


İki başkalığı iliştiren köprü, iki ucu ayıran yüzey, yoksa geleneksel tezatlarına bürünmüş çağdaş bir muamma mıdır?

2004-2010 yıllarında İtalya’nın Türkiye Büyükelçisi olmuş Ekselans Carlo Marsili’nin Türkiye kapıyı çalmakta. Avrupayla Asya arasında asılı memlekette gezi1 adıyla neşrettiği kitap AB’nin Türkiye’den neden “çekindiğini” anlatıyor: “Müslüman çoğunluklu dünyevî bir demokrasi” varsaydığı ve “lâiklerin AB’ye girmeye, dindarlarınsa girmemeye meyil göstermelerinin daha tabiî olacağı” Türkiye’de bilâkis – Fransa, Almanya ve Avusturyanın bu azalığa karşıt olmaları nedeniyle – Türk lâiklerinin çok alıngan, çok milliyetçi bir kibirle bu takipten soğuduklarına; Türk dindarlarınınsa (sabır, azim, istikrar göstermiş AKP oy verenleri olarak) kendilerine özel sebeplerle bu azalığa alâka vermeye devam ettiklerine; Avrupa’da ise, tam tersine, bu rollerin lâiklerce müsbet, dine yöneliklerce menfî konumlarla oynandığına dikkat çekiyor. “Gençliğinde İslamist addedilebilir bazı sözleri yüzünden hapis bile görmüş; hâlâ dindar ama, Avrupa ile organik bir ilişki kuraraktan, memleketinin iktisadî-içtimaî açılardan çok daha ivedilikle gelişebileceğine kanî bir modernleştirici” olarak tarif ettiği Türkiye Başbakanı’nın bu yöndeki kanaatinin Anadolu’da kısa zamanda hızla türemiş Müslüman burjuazisinin yadsınamaz genişlemesiyle daha da güçlenmiş olduğunu iddia ediyor.

Atatürk’ün zamanında bile devrimlere ne tamamen inanç getirmiş ne de tam itaat göstermiş ve dine yönelik örf ve adetlerini kıskanç sadakatla muhafaza etmiş olan Anadolulu halk tabakalarına lakayt kalmış Batıcı metropol zümrelerinin destek addettiği Kemalist Cumhuriyet Anayasası’nın şart koştuğu ‘lâiklik’ adına Başbakan Necmettin Erbakan’ın vazifesine 1997’de nihayet verebilmiş Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin siyasî gücünün “AB’nin demokratik koşullarına erişebilmek uğruna” imiş gibi meşr’û mazeretlerle peyderpey kısıtlanıp (sahiden zamanı gelmiş anayasal ıslâhatla) sivil kontrol altına alınmış olacağı imâ edilmekte...

Marsili, T.C. Başbakanın “otoriter tavırları”nın, AKP Hükümetininse (“bazen dincî”) “sert başlılığı”nın, Türk milletini sofu-Müslüman, şöyle-böyle Müslüman, Müslüman-lâik, ve asla uzlaşılmaz türden lâikler arasında bölmüş olduğuna kanîyse de, Türk demokrasisinin bu cemiî hizipleşmeye – memleketin siyasî-içtimaî sistemine halel vermeksizin – dayanabilmekte olmasına hayranlığını gizleyemiyor. Marsili’ye göre, AB giriş müzakerelerinde karşılaşılan güçlükler AKP-Türkiyesi’nin güvenilebilirliğinde değil; bilakis, Avrupa’nın inanılabilirliğinde aranmalıdır: Almanya’nın istikbal için mümkün gördüğü “özel ilişki” zaten halihazırda erişilmiş durumdadır. Fransa AB’ne her yeni girişin ilkin halk referandumuna tabi tutulacağını öngörmektedir. Berlusconi’nin İtalya’sı gibi T.C.’nin AB azalığını desteklemiş olan, sayısı az, hükümetin konumuysa kendi ahalilerinin kanaatıyla hiç te aynı değildir2. Bu acaip tavırlarda bazı Avrupa halklarının kültürel hafızalarında eskilerden kalmış önyargıların bayat izleri tahayyül edilebilse de, esas nedenler başka korkulardan mütevellittir diyor Marsili – küresel rekabet, kıtasal güven yetersizliği ve bilhassa son onyıllarda çok zahmetle elde edilmiş içtimai kazançların göçmen dalgalarına kolayca kaybı gibi meselâ3...

Bir zamanlar, Avrupa’yı yalnız Osmanlılar değil, İspanyol, Fransız, Alman İmparatorlukları da tehdit etmişlerdi. Bugün 78 milyonluk bir memleketin başbakanının her vatandaşın en azından üç çocuk sahibi olmasını beklemesi, üstelik bu memleketin Müslüman olması, Avrupa oy verenini teskin edebilir bir vaat sayılamazdır. Soğuk Harp’ın sonundan beri ‘çözümü AB’ne giriş şartı kılınan Kıbrıs meselesi’ bir yana, Ermenistan dahil tüm komşularıyla ve içinde bulunan – Kürtler dahil – tüm azınlıklarıyla ‘açılım’a girişen Türkiye, iktisadî, siyasî, hatta içtimaî yönlerden bile Karadeniz, Kafkaslar, Merkez Asya ve Yakın Şark’ta imrenilen bir güç seviyesine erişmiştir. Unutulmamalıdır ki eski sömürgelerin özerk rejimlere intikal ettiği yıllarda yalnızca Tunus’ta Burgiba, Mısır’da Abdülnâsır değil, Libya’da Kadaffi, Irak’ta Kasım, Suriye’de Hafez El Assad’a dek her Akdenizli “Arap” önderin emeli Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye’deki muvaffakiyetini tekrarlayabilmekti. Nedir ki, bu “önderler” halklarını çağlaştıramadan - hatta bazen halk eliyle - sahneyi terk etmişlerdi.

Türkiye, bugün, Mağreb’den, Maşrek’ten, ve “Körfez”in iki yakasından gelen turistlere (dinsel gelenek ve ulvî kurallara ihanet ettikleri hissine kapılmaksızın; Londra’da, Paris’te veya New York’ta gayri-Müslimle alışverişe mecbur bırakılmaksızın; istediği an alkol içip, istediği an namaz kılabileceği, mahrem plajlarda  benzerleriyle yüzebileceği) bir tatil cenneti görünebilmektedir. Batı Akdeniz’in ve Kuzey Afrika’nın uzun zamandır sömürülmüş kalabalık kıyılarından bıkmış Batılı turist aileleri için de Türkiye – başka sebeplerle bile olsa – tercih edilmektedir. Kanımca, İsrail’e gittikçe karşıt alenî tutumuyla kendini Arap ve Müslüman sokaklarında sevdiren Türkiye, yarın Yakın-, Orta- ve Uzak Şark’ta, hatta bilhassa Afrika’nın Müslüman ahalisi olan memleketlerinde daha da prestijli görünebilecektir: İsrail’le Filistinli Araplar arasında nihayet dayanıklı, ve sürdürülebilir bir barış sağlanabilse de sağlanabilinemese de... Bu çerçevede gelişecek siyasal-iktisadî-coğrafî rolüne binaen kendisini Batı’ya daha da saydırabilecek olan Türkiye Cumhuriyeti – hele tarih tekrarlardan ibaretse – zamanı geldiğinde, heyhat, nedir ki kendisini dünyada bir defa daha ‘dostsuz’ bulabilecektir: Belki de Batı’dan ‘biraz aşırı’ Müslüman görüneceğinden; Doğu’dansa herşeye rağmen hâlâ bir türlü köktendincileşememişliği, kâfi derecede muhafazakârlaşabilememişliği sitem edilebilineceğinden...  Memleket dahilinde, Küresel Güçler’in askerî desteğine ve yenilikçi işbirliğine ihtiyacının görünüşte olsa bile azalagelmekte olduğu intibaını – yerel-bölgesel-küresel menfaatlerini kendi kudretiyle ilerletebilirmiş iddia ve (bilhassa) görünüşünü – sağlayabileceği müddetçe Türkiye millî hudutları içinde de kendi halkına daha da çok iftihar sebebi verebilecek; dışta, hudutlarını paylaştığı komşularına daha da çok endişe telkin edebilecek; ve dünyanın gözünde ‘nihayet (sahiden) gerçekleştirilebilmiş’ Müslüman-Demokrat bir siyasal iktisata ilginç örnek sayılabilir devlet raddesine ulaşmış addedilebilecektir: Dünyada ‘tek hakikî dost’u olmadığından daima şikâyet eden; ama her an, her yerde öncelikle kendi jeopolitik yararını arayan; yerel-yöresel-küresel politik çıkar ve ideolojik menfaatlerine öncelik vermeye (kendine rağmen) mecbur kalmış (“bırakılmış”) olduğuna kanaat getiren; hatta ananevî kaynaklarının arı suyuna gerektikçe şarap katmakta kendine direkt ve/ya dolaylı yarar keşfeden; her imkândan istifade, her vesileden fayda edinerekten kendine yol açabilen [geç uyanmış, hem buna rağmen hem de bundan dolayı hızlıca kalkınmakta olan] “pragmatik” çağdaş birkaç diğer ülke gibi... Ama Moritanya İslam Cumhuriyeti’nden (müstakbel) Suriye (Demokrat) İslam Cumhuriyetine dek Akdeniz kıyılarında birçok gecikmiş taklitçilerin derin hayranlığına şayan şekilde... Tarihin “son”ları geçici de olsalar cidden sadece tekerrürden mi ibarettirler acaba? Zannetmem... Salve, Marsili! Arrivederci, Macchiavelli! Addio innocenza!

 

 1Marsili, Carlo (2011) La Turchia bussa alla porta. Viaggio nel paese sospeso tra Europa e Asia. Università Bocconi, Italia.

2 İtalya Başbakanı Berlusconi’nin haleflerinin niçin, nasıl, ne dereceye kadar Türkiye’nin AB azalığını desteklemekte sebat edip bu yönde fayda verebilecek alenî bir tutum güdebileceklerinin kat’iyetinden peşinen kanî olmak kanımca makul değildir.

3 Marsili’nin kitabının Evro sahasında bugünler yaşanılmakta olan krizden evvel kaleme alınmış olduğu hatırlanmalıdır. Bu günler, Türkiye’nin Yunanistan’dan aşağı, hatta İspanya’dan veya İtalya’dan daha kötü bir malî durumda olduğu iddia edilemez.