Papatyalar titrerken

Köşe Yazısı
27 Temmuz 2011 Çarşamba

David Ojalvo

Hayata bakış açısı nasıl değişir insanın? Bir çift göz nerelerden nerelere doğru kayar? Yılların insana vereceği en büyük armağan olgunlaşmak mıdır? Sahiden, nasıl olgunlaşır insan?

Bir temmuz akşamı evimde oturmuş, düşünüyorum. Sorularımın yanıtlarını aramak bir yana, onları çoğaltıyorum. Hafta boyu, dünden, tarihimi anlatan dünden beri de düşüncelerime, duygularım eşlik ediyor kaçınılmaz olarak. Bazen duygularıyla düşüncelerini, kalbi ile mantığını ayırmaya çalışsa da insan, sanırım nafile. En derin, kendine yarar ilkesiyle; ama bazen tutkularının seline kapılarak ilerliyor veya ilerleyemiyor birey, adımlarını sorguluyor.

Mutluluk’ kelimesi de yeniden ve yeniden beliriyor, hem duyguların hem de düşüncelerin damarlarında. Kan gibi dolaşarak, ya kalbinizi ısıtıyor ya da beyninize sıçrıyor; kâh efkârdan öldürüyor, kâh gecenin bir yarısı yorgunluğa meydan okuyarak şarkılar söyletiyor. Mutluluğun ruha konan kelebek olduğunu kabul etmişseniz de yolun bir yerinde, kimileri onu eline, avucuna alıp, getirip gösteriyor size. İçinizden bir çığlık yükseliyor: Durun bir dakika! Benim mutluluğu anlatan kelebeğim o değil! Kavanozlara konup, müzelerde de sergilenmiyor! Nerede? O özgür! Dünyalar kadar özgür! Ne doğumla, ne de sonlarla işi var! Hayallerimin tarlalarında gezinir, yolunu arar. Karanlıklarım çökünce yolunu bulamayabilir de ama güven tamdır. İlla ki, yeniden gelir konar yanı başınıza, yakınlarınıza… Soran gözlerle de ürkerek rica eder, özgürlüğüne bir gıdım bile dokunmamanızı. Bu nedenledir ki, dün kızdım, sessiz harflerle kızdım, kelebeği eline alıp da bana gösterenlere… Sorunum mutlulukla değildi.

Kendimi bildim bileli ucuz kahramanlıkların, ucuz öykülerin peşinde olmadım. Derinliğin bana atfettiği buydu çünkü. Fırçayı elime aldığımda, tuvalin üzerinde kocaman boşluklar bıraktım. Resim ferah görünüyor muydu, bilemedim; ama çizgilerimin olmadığı bu boşluğa “yalnızlığım” dedim. Huzursuz kaldım sonra, kalmak zorundaydım belki de… Siz dalgasız, gel-gitsiz bir denizi düşleyebilir misiniz? Sesinizi duyar gibiyim. Bir o kadar, ben de güneşin pırıl pırıl parladığı mavi denizi, mavi gökyüzünü seviyorum. Yine Karadeniz’i görmüşlüğüm var. Karadeniz’in sonsuzluğundaki ufuktan medet ummuşluğum. Rotamla barışık kalarak, pişmanlıkları reddetmişliğim. Yaşadığım zaman, mekân ve ‘çağdaşı’ olamadıklarımla pekâlâ kavga edip de duruyorum. Hırçın dalgalara daldığında gözlerim, işte gördüğüm bu! Sahiciliğe tutkuluyum, aşka inandım, klasiğe sığındım ve evrenin büyüklüğü karşısında yatırdım kendimi sahildeki kumların, gelmiş geçmişin ölçeğine… On yıl mı, yüz yıl mı geriye uzanmaya çalıştım, yine bilemedim. Yeninin doğasıyla, hâlâ uzanmanın yolundayım yarına… Bazen sıkılıyorum itiraf etmeli. Bayat bir nakarat gibi geliyor kulağa kimi anlarda geçmiş-gelecek-gün!

Medeniyeti de sorgulamaya niyetlendim. Dedim, ne olduysa olmuş, ne yaşanmışsa yaşanmış ve insanoğlu kendine ancak bugünde bu kadarını miras bırakabilmiş. Dolayısıyla, yıpratma kendini böylesine, bırak yaşam işini bildiği gibi yapsın, deniz dalgalansın. Kayığın, küreklerin küçük senin…

İnandığım değerleri yitirmedim. Sadece şaşkınım biraz. “Aşkım hayat” diyorum ya, birileri gelip mutluluğu hatırlatıyor ya, “bu iş mutlaka olacak” diyoruz ya… Sonra… Sonra… Neden alabora oluyor bir temmuz gecesi iç dünyam, ruhum, kazıdığım tırnaklarım?... Nasıl oluyor da mesele indirgeniyor “kalmaya veya gitmeye”? Hangi cephe, kaç cephe açılabilir yaşamda bir savaşımın mücadelesinin bitmez tükenmez başlarındayken çoğu zaman? Sonra... Sonra nasıl oluyor da bir anda kendinizi kılıcınız elinde salvolar atarken, atmaya çalışırken buluyorsunuz ölüme karşı, ölümlere karşı?...

Hayır! O mutluluğun kelebeği biliyor, bu sefer gösteriyor. Sadece hayal tarlaları yok… O karanlıklarınızda koskoca gemileri sarsan, papatyaları titreten melankoli rüzgârları da var. Teslimiyet kaçınılmaz gibi ama korkmayın, olgunlaşmayı çalmaz, geciktirmez. Korkmayın, ardından büyük dağınıklıklar kolay kolay bırakmaz. Kabullenmeli. Yalnızlığınızda, tuvalin başında durduğunuz gecelerde bırakın melankoli rüzgârı geçsin, esip geçsin… Dilim ayrılıkların, sürgünlerin türküsüne de değiyor, değebiliyor paylaşmalı. Ben resmetmiş olduğum koca dağlardaki ormana zarar vermeyeceğim; başarabilirsem usul usul tırmanacağım patikayı… Kulaklarımda duran fırtına deresinin sesini de kaybetmeye niyetli değilim. Yürüyeceğim. Yürüyebileceğim kadar yürüyeceğim. Bazen koşacağım, belki de düşüp ama az ama çok yara bere içinde kalacağım. “Olgunlaşmak” diyeceğim buna. Siz de böyle yorumlayacaksınız inanıyorum…