Yeni anayasa, demokrasi, engellenen milletvekilleri

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Sibel İnceoğlu yeni dönem mecliste çıkan yemin krizinin ardından mevcut durumu Şalom için değerlendiriyor.


Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU Köşe Yazısı
6 Temmuz 2011 Çarşamba

Seçimlerin ardından seçime katılım ve seçmenlerin mecliste temsil oranının yüksekliği, Başbakan’ın ılımlı konuşmaları hepimiz için umut vericiydi. Özellikle biz anayasa hukukçuları bakımından bu durum, yeni anayasa yolunda ilerleme ve 1982 Anayasası’ndan çıkışın habercisi olarak ayrı bir öneme sahipti.

Fakat BDP’nin desteklediği bağımsız aday Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve yerine çok daha az oyla seçilmiş AKP’li adayın milletvekili yapılması, seçilmiş fakat tutuklu yargılanan CHP, MHP ve BDP’nin desteklediği bağımsız milletvekillerinin salıverilmemesi bütün bu beklentileri zayıflattı.

Demokrasi ile bağdaştırmanın mümkün olmadığı bu tuhaflık, büyük ölçüde darbe sonucu yapılan 1982 Anayasası’nın yarattığı devletçi otoriter sistem ve zihniyetten kaynaklanmakta. Bu otoriter sistem ve zihniyet ne yazık ki bugüne kadar iktidara gelen her seçilmiş sivil hükümet tarafından tereddütsüz benimsenerek ve uygulanarak pekişti.

Hatip Dicle’yi mahkûm eden Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesi, çeşitli kereler İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen maddesinin ihlaline neden oldu. Türkiye’de bazı aydınlar ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması gereğini defalarca dile getirdiler, fakat dikkate alınmadı. Yüksek Seçim Kurulu kararlarına karşı herhangi bir etkili hukuk yolu olmaması dikkat çekilen başka bir konuydu, bununla da fazla ilgilenilmedi. Seçilme yeterliliği için 1961 Anayasası’nda beş yıldan fazla hapis cezası almamak şartı varken, bu ceza süresi 1982 Anayasası’nda bir yıla çekilmişti, önemsenmedi. Bütün bu olumsuzluklara bir de Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay ve YSK’nın aynı zihniyetle yorum yapmaları eklenince ortaya vahim bir tablo çıktı.

Tutuklu milletvekilleri bakımından da benzer şeyleri söylemek mümkün. 1982 Anayasası’nda, daha önce 1961 Anayasası’nda olmayan bir istisna dokunulmazlığı düzenleyen maddede yer aldı. Dokunulmazlığı düzenleyen maddede “Seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla anayasanın 14. maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır” deniyor. Diğer bir deyişle bu durumdaki kişiler dokunulmazlığa sahip olamaz deniyor. Bu madde çeşitli yönlerden oldukça sorunlu. İlk olarak hangi suçların istisna kapsamında olduğunu tespit etmek güç, çünkü 14. maddede herhangi bir suç açık olarak sayılmıyor, genel olarak hakları kötüye kullanma yasağından söz ediliyor. Oysa her suçun işlenmesi aslında hakkın kötüye kullanılması anlamına gelebilir. Türk hukukunda yerleşmiş olan yoruma göre ise, insan öldürmek, bir çocuğa tecavüz etmek gibi ağır suçlardan yargılananlar dahi, yasama dokunulmazlığından otomatik olarak yararlanıp meclise girebilirken, şu anda tutuklu milletvekilleri gibi devlet aleyhine işlenmiş suçlardan yargılananlar aynı kapsamda görülmüyor ve meclise girebilmeleri ancak mahkemenin tutukluluğu kaldırma kararına bağlı tutuluyor. Sadece devlet aleyhine işlenmiş suçlar bakımından yasama dokunulmazlığına istisna getirildiği biçimindeki bu yorumu tam olarak açıklamak aslında mümkün değil. Bu yorum otoriter devletçi zihniyeti bir kez daha bize hatırlatıyor.

Diğer yandan Türkiye’nin yine uzun yıllardır kanayan yarası tutukluluk ve yargılamada makul sürenin aşılması meselesi. Tutukluluğun kaldırılması talepleri reddedilirken kullanılan gerekçe içeriği de aynı meselenin bir başka yüzü. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, sözleşmenin 5. maddesine ilişkin pek çok kararında tutukluluğun reddi halinde tutuklamanın neden gerekli olduğunun ayrıntılı olarak açıklanmasını zorunlu görmekte. Diğer bir deyişle tutukluluğun devam ettirilmesi somut nedenlere dayanmak zorunda, kaçma şüphesi veya delilleri karartma şüphesinin var olduğunu soyut olarak söylemek yeterli değil. Sanığın hangi davranışları ve hangi olaylar nedeniyle kaçacağına dair bir şüphe oluştuğunu, hangi davranışlarıyla delilleri karartma şüphesi yarattığını somut olarak mahkemenin göstermesi gerekmekte. Üstelik tutukluluk süresi uzadıkça ilk verilen tutuklamaya ilişkin kararlarda gösterilen somut olguları tekrarlamak da yeterli olmamakta. Ne yazık ki Türkiye’de tutuklama, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne aykırı bir biçimde masumiyet karinesini hiçe sayarak cezalandırma gibi kullanılabilmekte.

Bir toplum seçtiği milletvekillerini hiçe sayan bir sistem içinde yaşamaya mahkûm edilemez. Meclisin güven ortamı oluşturma arayışı içine girmesi kaçınılmaz. Yeni bir anayasa yeni bir sosyal sözleşme ve yeni bir başlangıç için ilk olarak tutuklu milletvekilleri ve milletvekilliği düşürülen Dicle için adım atılması gerekmekte. “Yeni anayasada bu sorunları çözelim” anlayışı sorunu uzun vadeye yaymak olur, böyle güvensiz bir ortamda ve eksik temsil ile yeni anayasa yapılamaz. Oysa yol haritasının belirlenmesi dahi güven ortamını canlandırabilir. Örneğin bu sorunların hangi yasal ve anayasal değişikliklerle çözüleceğinin ilan edilmesi bir yol haritası olacaktır. Yol haritasının belirlenmesinde ve gereğinin yapılmasında elbette ki en büyük sorumluluk en güçlü olanda, yani iktidar partisindedir.