Dinime küfreden kim olsa... bari?

 

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
29 Haziran 2011 Çarşamba

Türkçede “dinime küfreden Müslüman olsa bari” diye çok güzel bir deyim vardır; anlamını, “bana laf söyleyen benden daha iyi olsa, neyse de...” şeklinde açıklamak mümkündür ama bu yazımda amaçladığım anlam, “inancıma söven, dinimi bilse bari” olacak.

Kimi kastediyorum peki? Tabii öncelikle “Sünnet barbarca ve aptalca. Siz kimsiniz ki doğal olanı düzeltiyorsunuz? Tanrı’nın gerçekten bir parça deri bağışına ihtiyacı var mı? Bebekler mükemmeldir” deme gafletinde bulunan Russel Crowe’u.

Genel Yayın Yönetmenimiz İvo Molinas haklı. Russel Crowe’u bu sözlerinden ötürü antisemit diye nitelendirmeye gerek yok ama en hafifinden bihaber ve saygısız demek bence gayet yerinde olur. Bihaber çünkü Yahudilerin sünneti dinî bir gereklilik olarak görmelerinin nedeni, bunu Yüce Yaratan’ın emri olarak kabul etmeleridir; bihaber çünkü Tanrı, evreni ve insanı mükemmel yaratmadı. Mükemmelleştirme sürecinin devamını, yaratılışta Kendisi ile ortak olması için insana bıraktı. Ayrıca keşke bebeklerin hepsi ‘mükemmel’ olsaydı da bazılarının hayatını kurtarmak için daha ana rahminde iken ameliyat edilmeleri gerekmeseydi, ya da engelli bebek olmasaydı; bihaber çünkü inananlara göre Tanrı’nın hiçbir emri barbarca ve aptalca olamaz. Ve Crowe bu yüzden, aynı zamanda saygısız. Toplumların inançları ve kutsallarıyla alay etmek insanca olmadığı gibi, akıl kârı da değildir. Dolayısıyla Crowe’a kibarca safdil demek de yersiz olmayacaktır.

Yahudilik, insanı toplum önünde küçük düşürmeyi, onunla alay etmeyi yasaklar, sevgili okurlar. Birinin utançtan yüzünün kızarmasına ya da sıkıntıdan kanının çekilmesine neden olmak, kanını dökmekle eş tutulur. Ancak bir konu vardır ki, günaha girme tehlikesi olmadan rahatça alaya alınabilir. O da nedir, biliyor musunuz? Putperestlik. Putperestlerle rahat rahat alay edilebilir ama ben onlarla da alay etmeyi sevmem. Heykellerin önünde eğilenleri sadece garipserim ve içlerine Tek ve Bir Yüce Yaratan inancı girmesi için dua ederim.

Sünnetin yasaklanma ihtimalinin, dinî vecibelerini yerine getirsin ya da getirmesin, tüm Yahudiler için işkence olduğu fikrindeyim. Gazetemizde geçen sene yayımlanan “Laik Yahudi Olmak?” başlıklı yazımda Yahudiliğin bir yaşam biçimi olduğuna değinmiştim. Zor bir yaşam biçimidir, kabul. Ancak, dinî vecibelerini yerine getirsin ya da getirmesin, Yahudi, Yahudi’dir. Kimsenin kimseyi dışlamaya hakkı yoktur. Yargılamaya da. Çünkü bir kişinin yargılanması için dua ederseniz, yargı kapıları önce size açılır. Eğer Yom Kipur’un sona erdiği saniyenin içinde değilsek, hangimiz kendimizi gönül rahatlığı ile yargılanmaya hazır hissedebilir?

Laik Yahudi yoktur çünkü Yahudi, gelenekleri ve görenekleriyle, ailesi ile yakın çevresinden gördükleri ve öğrendikleriyle Yahudi’dir. Kendilerini laik Yahudi diye nitelendirmek isteyenler için kullanılan esprili bir terim vardır: Tişri Yahudisi. Tişri, Yahudi yeni yılı Roş Aşana ile (oruç tutmak ve dua etmek suretiyle af dilenen) Yom Kipur’u içeren İbrani ayıdır. Yıl boyunca sinagoga uğramayanların çoğunluğu, Tişri ayında şöyle bir “sarsılır ve kendine döner.”

Ateist Yahudiler içinse anlatılan güzel bir fıkra vardır: Ben ateistim demiş adam. Tanrı izin verirse, çocuklarım da ateist olacak.

Binalar gıcırdayıp lambalar sallanmaya başladığında, deprem olduğu gerçeği aklımıza dank eder etmez “Şema Yisrael” diye duaya başlamayanımız var mıdır? Depremi anında durduracak sihirli sözcükler midir bunlar?

İnanmak utanılacak, çekinilecek bir şey değildir. İnanmamak övünülesi bir başkaldırı, bir özgürlük manifestosu hiç değildir. Zor bir durum karşısında “Tanrı yardımcımız olsun” diyene hiç üşenmeden (hatta korkmadan, utanmadan), saygısızca “Tanrı varsa tabii” diye cevap veren kişi için tek yapılması gereken, yukarıda da belirttiğim gibi dua etmektir.

Tanrı demişken... Tanrı sözcüğünü pek sevmiyorum ama O’nun İsimlerini dualar dışında yerli yersiz telaffuz etmekten ve yazmaktan çekindiğim için mecburen kullanıyorum; denk düşünce Kutsal Olan, Merhametli Olan, Yüce Yaratan gibi sıfatlarını tabii ki tercih ederim.

Tişri ayında bir Yahudi bayramı daha vardır: Sukot (Çardaklar Bayramı). Bu bayram İbranilerin Mısır’dan çıktıktan sonra 40 yıl boyunca çölde çadırlarda barındığını hatırlatarak, tek ve gerçek korumanın dört duvar ve bir damdan değil, doğrudan Yüce Yaratan’dan geldiğini vurgular.

Sukot Bayramı’nda yapmamız gereken ritüellerden biri; hurma ağacı dalı, söğüt dalı, mersin ağacı dalı ve iri bir limon türü olan etrogdan oluşan dört farklı türü elimizde tutarak dört yöne sallamaktır. Bazı din âlimleri arba minim’i (dört tür) şöyle yorumlar:

Etrog hem tadı, hem kokusu olması sebebiyle eğitimi yüksek ve iyi amelleri bol olan Yahudi’yi temsil eder. Hurmanın tadı vardır ama kokusu yoktur; eğitimli ancak ameller konusunda pek güçlü olmayan Yahudi’yi simgeler. Mersin bitkisinin ise kokusu vardır ama tadı yoktur. Bu özelliği ile iyi ameller yaptığı halde eğitimsiz olan Yahudi’ye benzetilir. Söğüdün tadı da, kokusu da yoktur; eğitimden yoksun ve iyi amelleri kıt Yahudi’yi anımsatır.

Sukot ritüelini gerçekleştirmek için kullanılan karışımın dikkat çekici yönünü eminim fark ettiniz, sevgili okurlar. Hiçbir Yahudi tipi arba minim’in dışında bırakılmamıştır çünkü toplum için tümü gereklidir; hiçbiri gözden çıkarılamaz.

Aynı şekilde, insanoğlu vücudunun hiçbir organını kolay feda edemez. Ben bu parmağımı sevmiyorum, keseyim gitsin, diyemez. Parmak da öyle... Ben bu insanın parmağı olmak istemiyorum deyip kendine vücuttan ayrı bir yol seçemez.

Demem o ki... Huzur içinde yaşamak için birbirimize sevecen bir anlayış göstersek ve birbirimizi karşılıklı olarak etiketlemekten vazgeçsek ne iyi olurdu...