Son dönemlerde Arap ülkeleri başta olmak üzere tüm otoriter yönetimler diken üzerinde. Göstermelik seçimlerle, hatta bazen neredeyse atama yolu ile ve de genelde darbe yolu ile siyasi erki elde edenlerin ülkelerinde işler iyi gitmiyor.
Geçtiğimiz günlerde Japonya’da meydana gelen ve etkileri katlanarak süregelen doğal yıkım insanı ister istemez derin düşüncelerle baş başa bırakıyor. Bu gibi felaketler karşısında yaşanan çaresizlik, uzun zamandır çevresine egemen olduğunu sanan bizlerin, esasen ne denli aciz yaratıklar olduğumuzu anlatmaya yetmiyor oysa. Egomuz etrafında dönüp duruyor, ihtiraslarımızın esiri, yalpalayarak yuvarlanıyoruz, nereye varacağımızı kestiremeden.
Bu yuvarlanma esnasında, tamamen sosyal bir olguyu birbirimize yakıştırıyoruz. Kimini başarılı görürken, başarısız olarak algıladıklarımıza dudak büküp, üzgün gözlerle bakıyoruz. Başarılı olanı kıskanırken, başarısız olana acıyor, hata zaman zaman kızıyoruz bile. Oysa başarı, toplum içinde anlam bulan sübjektif bir olgu. Tıpkı kimine göre doğru olanın kimine göre eğri olması gibi.
Zamanı şu anda dondurma olanağımız olsaydı ve şu anda yer küre üzerinde yaşananları yorumlamamız istenseydi, neler der, neler yazardık acaba. Örneğin Japonya’daki felaketi ve Libya’da veya son son Suriye’de yaşananları nasıl yorumlar, buradan ne gibi dersler çıkartabilirdik?
Deprem ve ardından gelen dev dalgalara karşı koymaya çalışan tüm bir ulusun, şimdilerde nükleer teknoloji ile, insanlık adına sınav vermek durumunda kalmasını, uygarlık için bir şans olarak nitelemek olası. Felaket anında dahi, sorumlu, fedakâr, sosyal bir disiplin içinde davranmanın kolektif başarıyı getireceğinin, dolayısı ile yıkıma karşı verilen amansız mücadeleyi ancak bu şekilde kazanılabileceğinin bilincindeki bu toplumdan öğrenilecek çok var, şüphesiz.
Son dönemlerde Arap ülkeleri başta olmak üzere tüm otoriter yönetimler diken üzerinde. Göstermelik seçimlerle, hatta bazen neredeyse atama yolu ile ve de genelde darbe yolu ile siyasi erki elde edenlerin ülkelerinde işler iyi gitmiyor. Kendilerine reva görülen yaşanmışlardan hoşnut olmayan kitlelerin sürükledikleri sokak hareketleri ve bu hareketlerin etrafında oluşan dayanışma; sosyal adalet adına, insan hakları adına, demokrasi adına, geleneksel olarak bu değerin çok uzağında bir duruş sergilemiş olan toplumlar için bir şans. Bütün mesele, bu şansın doğru bir şekilde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği noktasında düğümleniyor. Yıllar önce Polonya’da Dayanışma Hareketi bunu başarmış, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının sonrasına dek varacak bir dizi olayı tetiklemiş, doğu bloğu, siyasi ve fikirsel zeminde yerle bir olmuştu.
Toplumsal fedakârlık, hümanist değerler etrafında kolektif bir kimlik geliştirilmesi ne kadar vazgeçilmezse, bireyi iktidar karşısında konumlandıran, kaynağı ne olursa olsun, onların, gücün karşısında çaresiz kalmalarını engelleyen sosyal ve siyasi sistemler de o kadar önemli.
Bu sistemlerin başarısı ise, birkaç karizmatik liderin becerisine bırakılamayacak kadar kırılgan.
21. yüzyıl dünyası - eskilerin deyimi ile - gayri kabili rücu bir yaşantıya yelken açmış durumda. Büyük savaş sonrasının romantizmi yerini uzunca bir süredir, tüketim üzerinde kurulmuş para-mekanik bir yaşam şekline terk etmiş. Yaşanan küresel ekonomik kriz, gitgide hissedilir hale gelen hammadde darlığı, doğanın kirletilmesi, artan nüfusla gelişen açlık sorunu, yaşantının sürdürülemez bir noktaya taşındığını gösteriyor. Buna bir de dünya toplumları arasındaki anlamsız bir yığın çekişmeyi eklersek, gelinen nokta hiç de iç açıcı değil.
Dolayısı ile bir an için hırslarımızın bizleri yönetmesine izin vermeden, kafamızı içinde debelendiğimiz kavgadan kaldıralım ve etrafımıza bakalım. Gördüklerimiz bize ne diyor, anlamaya çalışalım… Son tahlilde, başarıya giden yol etrafımızın bize söylediklerini doğru değerlendirmekten geçmiyor mu?