AAH, BEŞİNCİ HÜRRİYET..!

Köşe Yazısı
11 Mart 2011 Cuma

Jose V.ÇİPRUT


Kimimiz bunun henüz farkına varmamış olsak da, bu günlerde, dünyanın neresinde bulunursak bulunalım--kişisel ve toplumsal açılardan; yerel, bölgesel ve küresel seviyelerde--çeşitli buhrandan geçmekte olduğumuzu gene de birçoğumuzun hissedebilmiş olduğunu sanırım. Takriben 80 yıl evvel, Büyük Buhran adıyla tanınmış ekonomik-sosyal zorluk devresinin birçok milleti derinden sarsar zorluklara düşürdüğü 30’lu yıllarda, ABD Kongresine Ocak 1932 tarihinde verdiği Açılış Konuşmasında, Cumhurbaşkanlığına yeni seçilmiş Franklin Delano Roosevelt, böyle güç anlarda duyulan korku’nun insanı ve insan toplumlarını felce uğratabilir etkilerine değindi: “Gerçeği, tüm gerçeği, cesurca, tam ve tamamen konuşmanın zamanı geldi”dedi: “Bu yüce millet, katlanmış olduğu zorluklara dayanmağa devam ederek, tekrar canlanacak, yeniden refaha kavuşacak. Bu nedenle, önce, en korkulur şeyin, korkunun--o adsız, mantıksız, gerekçesiz, ve gerileyişi ilerlemeye dönüştüren gayreti men eder dehşetin--tâ kendisi olduğuna inanırım. Açık sözlü dinç bir önderlik, halkın--başarı için gerekli--anlayış ve desteğine, ulusal yaşamımızın her bir kara saatinde lâyık olabilmiştir. Dolayısıyla, şu buhranlı günlerde, sizlerin bu desteği önderliğe yeniden vereceğinize kaniyim.” Bu düşüncelerin dile getirildiği senelerde, ABD hemen hemen her aileyi sarsan işsizlik, gelirsizlik ve umutsuzluktan muztaripti. Otuz senelik refahtan sonra, aniden yoksulluğa düşen halk birden ne yapacağını kestiremeyen şaşkın bir kitleye dönmüştü. Milletini bu feci durumdan kurtarabilecek bir planı olmamasına rağmen,  vatandaşın moralini halkın kendine olan güvenini sağlayarak yükseltmenin gereğini kavrayan Roosevelt, önceden belirtilemez yarınlardan korkup kayıplarından üzüntü çeken vatandaşın, kendine acımaktansa bugünlerine iki elle sarılıp, düştüğü kuyudan bir an evvel çıkmağa gayret etmesinde; her engelde bir fırsat ve ümit bulabilmesinde; ve donuk kalmaktansa, her şeye rağmen, ileriye yürümesinde... hayır olacağını hatırlatmak istemişti.

O günden bugüne hiç duyulmadık bir üçüncü devre Cumhurbaşkanlığını yürüten F. D. Roosevelt, ABD’nin konjonktürünün iyiden iyiye gitmeğe başlamasından sonra ABD Kongresine hitaben 6 Ocak 1941 tarihinde verdiği “Birliğin Durumu” nutkunda bu sefer de dört çeşit hürriyet’e değindi: “güvenli olmalarına çalışacağımız şu önümüzdeki günlerde insanlığa gerekli dört hürriyet üzerine kurulmuş bir dünyanın oluşmasını dilemekteyiz” dedi: “Birinci hürriyet söz ve ifade hürriyetidir -- dünyanın her yerinde. İkinci hürriyet, kişinin Tanrı’ya kendi usulünde tapabilmesidir --dünyanın her yerinde. Üçüncü hürriyet, muhtaçlıktan ariliktir -- basit bir dille, her milletin, toprağında ikamet edenlere barış içinde sağlıklı yaşam süreleri sağlayabilmesini mümkün kılan ekonomik anlayışlardır -- dünyanın her yerinde. Dördüncü hürriyet korkudan özgürlüktür -- yani, hiçbir milletin komşusuna fiili saldırıda bulunamayacağı durum ve derecede, küresel çapta silâh gücü indirgemesidir -- dünyanın her  yerinde. Bu, gelecek bin yılda varılacak bir görüş değil, kendi çağ ve kuşağımızda erişilebilir bir dünya türünün esasıdır. Bu tür bir dünya, diktatörlerin bomba patlatarak kurmağa çalıştıkları nam-ı diğer gaddar bir yeni düzenin tam aksidir.” Bu hikâyenin kinayesi, 1945 yılında Hiroşima - Nagazaki’de barış adına patlatılması acilen gerekli olduğu kararına varılan atom bombalarının, 1940 yılında (yani Roosevelt’in bu nutkundan epey evvel) başlatılmış Manhattan Projesi’nin ürünü olmuş olmasıysa da, bu sözlerin burada teşhir edilmesi başka sebepledir: Beşinci bir hürriyet’ten korku adını vereceğim, bireysel ve toplumsal ruh haletinin doğurduğu paylaşılmış kanaatin yarattığı müşterek zihniyetin yetiştirebildiği -- her tür yersiz korkudan sıyrılmış -- bir dünya görüşüne, hangi korkulardan geçerek, elele bir azim ve eşit bir işbirliğiyle ergeç erişilebilmesi arzusu; ve bu hülyanın, ihtiyacın, ve ihtimalin kişinin zihin ve gönlünde yaratabildiği nice endişelerin vakitsizce genel bir korkuya dönüşebilmesi sorunudur...

Bu beşinci hürriyet, ama bireyin, kendisini kendisinden serbest kılabilme hürriyetidir -- dünyanın her yerinde... Bu tür özgürlükten duyulan korku ise hariçten değil; aksine, belirtilmezlerimizin ruhumuzun en  derinlerinden türetebildikleri bilinmezlerin her birimizde az başka içerikle yaratabildikleri endişelerdir.

Gözden gizli, şahsa özel endişeler -- halkın bilgisizliğinden veya kararsızlığından yararlanarak --kamu kurumlarınca ve/veya toplumsal güçlerce, kesin amaçlarla, çıkar sağlar yönlerde  istismar edildiklerinde, tebaada istenilen kuşku ve korkuyu yaratabilirler. Bir rejimin iç/dış politikalarını beyan şekli;  basının, her ne sebeple her ne yönden olsun, şu kimliğe ve/veya bu konuya vermek istediği görüş, yorum ve eğiklik; bir film senaryosunun, bir tiyatro eserinin, tarh etmek istediği belli bir dünya görüşü; siyasi partilerin, sosyal kurulların, dinsel örgütlerin tüzükleri; yerel, bölgesel ve küresel kuruluşların veya ulusal ve uluslararası örgütlerin görülür/anlaşılır var olma nedenleri... bu tür kundağa körük olabilirler. Ucuz önyargıların, esassız nefretlerin, peşin suçlamaların,  aceleci onayların, taklitçi takiplerin, kafasızca katılmaların temel niçinleri, çoğu zaman -- kendi iradesine, görüşüne, yargısına güvenmektense, kendi kanaatine kendi merakı ve takibi yoluyla varmaktansa -- beceriksizlik / tecrübesizlik / bilmezlik gibi hallerin herbirinin ve hepsinin beraberce yaratabileceği yanlışların korkusuyla değerlerini, ölçütlerini ve yargılarını “emin ellerden” borçlananların kendilerini kendilerinden bir türlü kurtarıp, düşünme hürriyeti’ne kavuşamamalarındandır.

Halbuki, başkalarının isteseler dahi çalamayacakları tek bir özgürlük varsa o da kişinin düşünme hürriyetidir. Nedir ki, düşünüşte özgürlük: tarafsız mantık, adil yargı, ve samimi zihniyet açıklığı gerektiren -- sorumluluk, ödev, ve medeni ahlak imtiyazı taşıyan – doğal bir haktır. Çoğu kişiyi korkutur. Bu tür korkuya baş kaldırmak, onu yenmek, demokrasi’nin gerektirdiği meşru içerikli bir hürriyet kavramının ta kendisidir. Bu meşruiyete özgürce, tek başına -- yani bireysel olarak -- erişemeyenlerin demokrasi anlayışı yetersiz kalmağa mahkûmdur; böylelerinden ne özgür demokrat vatandaş, ne de özgür millet çıkabilir. Uysallığı veya umursamazlığı nedeniyle olsun, ‘oy’undan netice almayı bir türlü beceremediği sebebiyle olsun, bir halk genellikle ancak hak ettiği devlet hükümet ve rejimine layıktır. Ve bu anlayışla bakıldığında, günün sonunda, o halkın ancak kendisi, milletinin yönetilmesine müsaade ettiği tarzdan sorumludur. Tunus’un, Mısır’ın, Yemen’in, Bahreyn’in, Libya’nın, hatta (ve belki de bilhassa) İran ve Cezayir gibi “sahici” halk devrimlerinden doğmuş, ama sonradan mutlaklaşmış, halklarından uzaklaşmış rejimlerin, bugün kendilerini talihsiz bilip mutsuz bulan, ve nihayet kalkınan, tebaaları bu -- basit olduğu kadar da temel -- vakıayı şimdi, ilk elden, daha da derinden ve çok daha açık şekilde anlamışlardır sanırım.

Dört duvarlarının dışına, bedenen değil de ruhani bir özgürlükle istedikleri anda manen sızabilen müebbet hapse mahkûm tutukluların iyi bildiği şekilde, somut özgürlüğün olmadığı yerde yapay hürriyete Abdurrahman Çelebi denir. Nedir ki, bu tür özgürlükle peynir gemisi yürütülemez. Bu tür ‘kendinden azat’-- bireysel seviyelerde de, toplumsal saflarda da -- korku duvarlarını yıkmak pahasına elde edilir. Çok şey kaybedecek konumda olmayanların en son çare olarak belki daha da çok cüretle yeltenebilecekleri zor-basit, pahalı-ucuz bir ayrıcalıktır bu: Mısır’ın Tahrir Meydanını tıka basa dolduranların gözlerine inanamayanlara belki biraz çok fazlasıyla ispat etmiş oldukları gibi... Fakat, bu senaryolarda bir de vatandaşı korkudan korkuya yöneltebilen daimi bir domino dinamiği faaldir: canı pahasına nihayet kendini kendinden kurtarmağa karar verende, bu tür bir girişimin önceden yaratabildiği beklenti korkusu’nun yerini, kısa zamanda, başka tür bir korku alır: Ülküye kurban edilmiş sayısız canların bir şeye yarayıp yaramamış olduğunu girişim sonrası kestirememenin yarattığı bir endişenin saldığı korkudur bu. Bu korku, zulmün doğurduğu her tür korkudan çok daha müthiş, ve çok daha derindir. Bu korku, bireyin hem kendine hem ötekine -- belki de boşu boşuna -- ihanet etmiş olduğu endişesinin yarattığı ruh halinin fışkırdığı dayanılmaz acı ve azabı, bir andan öbürüne, inanılmaz kolaylıkla dehşete yöneltebilen ürünüdür.

Ama, mümkün korkuların en büyüğü, başarı ile sonuçlanabilecek bir kurtuluşun -- özgüveninin yok veya az; tecrübesinin ve bilgisinin ise epey kısıtlı olduğunu takdir edebilen – dürüst ahlâklı kişilerin ruhlarında yaratabileceği huşudur: Kendini kendinden kurtardıktan sonra hayatına ve çevrene ne yeni mânâ kazandırabileceksin? Neye yarayacaksın? Hayatının arta kalan kısmı ne yeni anlam alabilecek..? Bireye has önderlik ihtiraslarının amaç ve endişeleriyle başlanmış kişisel takibin (bu sürçte keşfedilmiş) “camia”dan destek arar/bekler bir yolculuğa dönebilmesinde çok hayır vardır. Ama, demokratik ahlâklı vatandaşlığın ilk cüce adımlarının atıldığı andan itibaren, bundan böyle, nice korkuların  açıkça lafı edilebileceği -- evvelce ifadesi kolay olmamış kaygıların nihayet tamca paylaşılabileceği -- seviyeye varmanın gerektireceği süre uzundur. Bu sürede, her nasılsa uygun tarzda genişlemiş bir evrende, elele planlamaya ve -- halktan, halk için, halkça -- acemi de olsa dirayetli olmağa niyetli bir devlet yönetim tarzının hem olanak hem kapsama sağlayabileceği bir toplum düzenine nihayet  ulaşılabileceğinin halkça sezilip anlaşılabildiği anda, ‘tüm korkuların anası’, eninde sonunda, beşinci hürriyete ulaşmış olmanın, yalnız vatandaş seviyesinde değil, millet safında bağışladığı türlü sorumlulukların vicdanlarda yaratabileceği “yetersizlik” korkusu’dur. Demokrasilerde devamlı eğitim ihtiyacı işbu korkudan doğar. Demokrasi’nin bahşettiği serbesti ile Kapitalizm’in istisnasız zorladığı rekabet şevki bu dörtyol ağzında kesişir. Bunca zaman devlet sisteminin boynu bükük esiri olmuş tebaa’lık, bu noktadan itibarendir ki memlekete -- ve uygarlığa -- refah sağlayabilmek ülküsü ile devlet sisteminin tasarımlarına katkı getiren millet vatandaş’lığına dönüşür.

Endişe, vicdanın özel ama gizli mülküdür; vicdan ise demokrasinin, ne kadar da çok çalışılsa, ne bakıldığında derhal görülür ne de istense kolayca erişilebilir, ama düşünülse belki de anlaşılabilir ülküsüdür. Bu temel gerçeği anlar anlamaz, herşeye rağmen bu uzun yolda korkusuz bir azimle elele ilerlemeğe karar verebilmektedir esas fazilet: Demokrasi’nin ergeç kök salabilmesi mümkün, hatta muhtemel, olacağı belli olmaya başlayan bir memlekette bu tür erginlik emaresi zaten halkın en büyük çoğunluğunun katılmasıyla gelişebilmiştir ancak.  Toplumun bu yolculuğa hep birlikte devam etme kararı ise daha da hayatî önem taşıyan bir andır. Çünkü – ismi de, içeriği de o uzun yolculuk boyunca tekrar tekrar değişebilecek; hiç değilse, türlü türlü tefsire uğrayabilecek  -- demokratikleşme süreci bu belirleyici zımni mutabakat anından itibarendir ki nihayet sahiden kritik kütle toplamağa, devamlı olgunlaşmağa, ve ortak hedefe gözle görülür gayeli bir şekilde ilerlemeğe başlayabilecektir.