İki fotoğraf ve zihnimizden silemediklerimiz…

Yomtov Garti bir söyleşisinde şöyle demekteydi: “Jean Paul Sartre’ın bir sözü vardır: ‘Geçmiş, bizde ölen şeydir’ der. Bence bu söz sadece fiziki yönden doğrudur, çünkü zihnimizde geçmişi hep yaşatmaya devam ederiz.” Hocam binlerce öğrenciniz sizi gönlünde yaşatmayı hep sürdürecektir.

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
2 Mart 2011 Çarşamba

Les affaires sont devenues fourchette” (İşler çatallaştı). Geçtiğimiz hafta 95 yaşında aramızdan ayrılan saygıdeğer hocam Yomtov Garti’nin hep gülümseyerek anımsadığım sözleridir bunlar.

1964-65 ders yılında Saint-Joseph Lisesi’nde onun öğrencisi olmak mutluluğuna eriştim. Sınıf fotoğrafından da görüldüğü gibi XI Edebiyat sınıfının öğrenci sayısı oldukça azdı.  (Yomtov Garti başta sağdan ikinci, ben ise 3. sırada soldan 3. olarak yer alıyoruz.) Çünkü Saint-Joseph’li olmak fen derslerinde biraz da ‘genius’ olmak demekti o dönemler.  Lisesi kapatılmış olan Saint-Michel’den orta bölümü bitirdikten sonra Saint-Joseph’e geçip, 9. sınıfta kimya, fizik, cebir ve geometriden ikmale kalan bendeniz için fazla sinüslü, kosinüslü bir fen sınıfında okumam söz konusu olamazdı tabi ki...

Böylece Yomtov Garti’nin öğrencisi oldum ama sadece Jeoloji dersinde. Yine de karşımızdaki fen sınıfının penceresinden kara tahtaya gıpta ile bakar, o tüm alanı kapsayan tebeşir ile yazılmış teoremleri biraz da şaşkınlık ile seyrederdim.

Ve Garti Hoca’nın üstün matematik dehasına karşın, açıklamakta olduğu teoremin sonuna vardığında, beklenen sonucun ortaya çıkmadığını -deyim doğru ise bir hata nedeniyle teoremin doğrulanmadığını- görünce kendilerinin o Türkçe’den uygulanmış ünlü; “Les affaires sont devenues fourchette” cümlesi ile yarı nükteli bir şekilde kızgınlığını dile getirdiğinde tüm sınıfı kahkahaya boğduğu nesilden nesile  anlatıldı

Hocam ile ileriki yıllarda da ilişkilerim sürdü, son senelerde oturmakta olduğum Hüsrev Gerede caddesinde komşu idik, cemaatin pek çok ortamında bir araya geldik, eski öğrencilerini görmekten büyük bir haz duyduğunu bildiğimden her fırsatta hatırını sordum.

İyileşseydi geleneksel ‘U-MMUD Mimi Mitrani Eğitim Seminerleri’nde, 6 Mart günü Josef Tari ile birlikte “Hayatın matematiğine yolculuk” başlıklı bir sunumu yer alacaktı. Hocamızdan son kez nostaljik bir ders dinleyecek, belki 30-40 yıl gerilere bir yolculuğa çıkacaktık. Ama olmadı, hayatın matematiği üstün geldi…

Toprağı bol olsun, o hep bir eski İstanbul beyefendisi, bilge kişi, cemaat insanı, hocaların hocası olarak anılarımızda yer edecektir.

***

Bu hafta işlerin iyice ‘çatallaştığı’ Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ayaklanmalara değinmeyeceğim. Basında sürekli ağzı olan herkes fikir beyan ediyor, ileriye yönelik öngörülerde, yorumlarda bulunuyor. Libya’daki Türk vatandaşlarının tümünün sağ salim ülkelerine geri dönmelerinden mutluluk duyuyor ve akan kanın durmasını temenni ediyorum.

Geçtiğimiz hafta Büyükada Anadolu Kulübü’nde yapılan genel kurula katılım için sürekli telefon mesajları aldık. 30-35 yıldır üyesi olmama rağmen etkinliklerinden pek yararlanmadığımdan adamızın bu nezih mekanına yaz ayları içinde bir iki defadan fazla yolum düşmez. Ama dedikoduları  istesem de istemesem de kulağıma çalınır.

Kulübün müdürlüğü görevinde iken kimi yandaşları ile dünyaları götürdüğü, yatlar, vilalar edindiği ileri sürülen -hiçbir suç aksi ispatlanmadıkça bir iddia olmaktan ileri geçemez tabi ki- bir zatın yeniden yönetime adaylığını koyacağı endişesine karşı -nedense genel kurul toplantıları hep katılımın az olduğu kış aylarında gerçekleştirilir- SOS çağrıları yapıldı.

Bir ara sorumluluk duygusuna kapılıp genel kurula katılmayı düşündüysem de aynı güne rastlayan dostum, cemaat başkanı Sami ve Suzet Herman’ın torunlarının Brit-Mila’sına gidememezlik edemezdim. Akşam üzeri bir arkadaşımdan ‘iyilerin’ kazandığını öğrenince içime su serpildi.

Seçime katılmak için geceden gelen bir gruba oda tahsis ettiği için ‘Prenses Oteli’ müdürünün ve üç elemanının  eski yönetimin tuttuğu ileri sürülen kabadayılar tarafından tehdit edilerek dövüldüklerini ilkin televizyon haberlerinde, ertesi günü de gazetelerde okuyunca bu kepazelik  beni fazlası ile üzdü. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Anadolu Kulübü böyle mi yönetilecek, bu durumlara mı düşecekti?   

 Şalom Reklam Planlama Koordinatörü İsak Behar’ın gönderdiği bir Büyükada fotoğrafından da oldukça etkilendim. Bir yanda  Ali Baba Restaurant”, “Lido Restaurant” tabelaları diğer yanda ise   boşaltılmış  kıyı şeridinin görüntüsü… Bu arada o tipik deniz kıyısındaki tarihi beyaz sahil duvarı da yıkılmış. Yazık dedim içimden…

Kıyı şeridinin gezi alanına dönüştürüleceği, yeni düzenlemeye göre yemek yenilecek alanların ise daha düzenli bir şekilde yolun sadece bir tarafını işgal edeceği açıklandı.

Özellikle Büyükada’da  cumartesi geceleri kıyı lokantalarında yemek yemekten hiç haz duymam; ne sevisi servis, ne yemeği yemektir. Değil oturacak uygun bir yer bulmak, o hengamenin, uğultunun arasından yürüyerek geçmek bile çaba gerektirir.

   Sahillerin halka açık olmaları, halkın istifadesine sunulması Anayasa’nın 43. maddesinde ifadesini bulan;“Kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır” hükmü ile teminat altına alınmıştır.

Bir dönem Kumsal doldurularak kıyıda bulunan yalıların önünden yol geçirildi. Ancak bu uygulama Nizam tarafında belli köşklerin sınırlarını aşamadı. Aşsaydı daha mı iyi olurdu bilemiyorum. Ancak adaya gelen turistler benden; “Burada düzgün denize girecek bir yer yok mu?” diye sorduklarında yüzüm kızarıyor. Dünyada şezlongları, duşları, soyunma odaları, şemsiyeleri ile boydan boya uzanan plajlardan yoksun tek sayfiye beldesinin adalar olduğunu sanıyorum.

Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu’nun her türlü olanaksızlığın üstünden gelerek bu soruna da bir çözüm bulacağına inancım sonsuz..

Göz açıp kapayıncaya kadar yaz gelir adalar dolar. Önemli olan huzur içinde olmak…