Referandumda biten -2

Soli ÖZEL Köşe Yazısı
10 Kasım 2010 Çarşamba

“12 Eylül 2010 referandumu hem Türkiye’de sivilleşmenin tamamlanması, hem geçen yazıda anlatmaya çalıştığım projenin bitirilmesi hem de AKP’nin giderek güç tekelleşmesini yoğunlaştırarak iktidarını konsolide etmesi anlamına geldi.”

Devrimin en kısa tanımı ‘siyasal iktidarın sosyal tabanının değişmesi’dir. Bu açıdan baktığınızda Türkiye’de son sekiz yılda yaşananın da ağır çekimli bir devrim olduğunu söyleyebilirsiniz. Tarihteki bütün devrimler gibi bu değişimin bir arka planı da vardır. Yaşananlar, çok önceden başlamış dip dalgalarının ortaya çıkışıdır.

Gene devrimlerle ilgili bir noktayı daha akılda tutmak gerekir. Devrimin başlamasından önce yerleşik egemen güçler arasında anlaşmazlık baş gösterir. Yönetici seçkinlerin bir kısmı kendilerini yaratmış sisteme başkaldırırlar. Bu ideolojik nedenlerle olabilir. Ya da değişimin kaçınılmazlığını görüp buna uyum sağlamak gerektiği anlaşıldığından.

Egemenler açısından bu durumu en veciz şekilde ifade eden cümle, Giuseppe di Lampedusa’nın İtalya’nın milli birliğinin kuruluşunu arka planına alan romanı Leopar’da, genç aristokrat Tancredi tarafından söylenir: “Her şeyin aynı kalması için her şeyin değişmesi gerekiyor.”

Türkiye’de bu duruma tekabül eden seçkin isyanının bir örneği eski TÜSİAD Başkanı Cem Boyner’in liderliğini yaptığı, ama çok erken ortaya çıktığından akim kalan Yeni Demokrasi Hareketi’dir. Türk iş dünyasının bir bölümünün AB üyeliğini ta 1990’ların başından itibaren, demokratikleşme perspektifi ile istemesini, yerleşik yapının yarı otoriter kurum ve kurallarına itiraz etmesini de benzer şekilde değerlendirmek mümkündür. Bürokrasi içinden de benzer bir eğilimi benimseyenler olmuştur.

Bu seçkinler ayrışması 2001 krizinden sonraki toplumsal dalganın da önünü açmıştı.  Sonuçta da 2002 seçimlerinde yerleşik düzene baş kaldıranların sesi ve AB projesinin taşıyıcısı olma sözüyle AKP iktidara gelmişti. Sonraki sekiz yıl AKP’yi iktidara getiren toplumsal koalisyonun genişlemesi, değişime direnenlerin teker teker devre dışı kalması ve ağır çekimli devrimi gerçekleştirenlerin iktidarlarını konsolide etmeleriyle geçti.

12 Eylül 2010 referandumu bu bağlamda hem Türkiye’de sivilleşmenin tamamlanması, hem geçen yazıda anlatmaya çalıştığım projenin bitirilmesi hem de AKP’nin giderek güç tekelleşmesini yoğunlaştırarak iktidarını konsolide etmesi anlamına geldi. Bundan sonrasında Mevlana’nın dediği gibi artık “yeni şeyler söylemek lazım”.

Referandumla birlikte asker/sivil bürokrat vesayetinin nihayet sona erdiği malum. Aynı ölçüde aşikar olan seçmen kitlesinin şiddetli bir kutuplaşma içinde olması. Bu kutuplaşma da büyük ölçüde yaşam tarzları üzerinden şekilleniyor ya da ifadesini bu şekilde buluyor.

Gene bu referandumla en milliyetçi Türk’ünden en milliyetçi Kürd’üne toplumun şiddetten bıktığı, 26 yıldır ülkeyi tüketen savaşı sürdürmek istemediği ortaya çıktı bence. AKP’nin yüzde 58’lik bir oranı yakalaması özellikle Orta Anadolu’da etkisi hissedilen, bu güne kadarki en geniş Sünni koalisyonunu kurabilmesiyle sağlandı. Bu bir anlamda da 2009 yerel seçimlerinde yediği tokattan ders alan AKP’nin iktidarını farklı bir koalisyona yaslayarak sürdürebileceğini gösteriyordu.

Referandumun bir diğer boyutu Başbakan Erdoğan açısından Cumhurbaşkanı seçilme arzusunu sınayacak bir prova oluşuydu. Bugünkü şartlar değişmediği takdirde AKP bir kez daha tek başına iktidara gelecektir. Yeni anayasa yazılırken Başbakan’ın arzusu başkanlık sistemine geçilmesidir. Bu gerçekleştiği takdirde de Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali yüksektir. Şimdilik tek soru bu seçimin 2012’de mi 2014’te mi yapılacağıdır. Bu da Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresi konusundaki tartışmanın bir sonuca bağlanmasıyla cevaplanacaktır.

Referandumun en kaygı verici boyutlarından birisi yürütmenin, kendi güdümündeki yasama organının da katkısıyla yargıyı kontrolüne alacağıydı. Bu açıdan AKP iktidarı ve Cumhurbaşkanı Gül kimsenin yüzünü kara çıkarmadılar. HSYK seçimlerindeki listenin varlığı ve kompozisyonu, bu kurula ve Anayasa Mahkemesi’ne yapılan atamalarda ortaya çıkan kişisel profillere bakıldığında durum gayet açık.

Ortaya çıkan yukarıdaki tablo Türkiye’de demokratikleşmenin hukukun üstünlüğüne dayalı şekilde, çoğulcu bir yapıyı muhafaza ederek gerçekleşmesini isteyenler açısından hayli iç karartıcı gözüküyor.

Bir yandan eski iktidar tekelleri yıkılıyor, yeni seçkinler yükseliyor. Diğer yandan geçmişin etkili toplumsal katmanları, kurumlar hızla siyaseten etkili, karar verici konumlardan uzaklaştırılıyorlar. Devlet gücü toplumsal muhalefetin kurumlarda veya medyada kendisini ifade edebilmesini engelleyecek araçlara sahip. Siyaset bilimi literatüründe seçimli otoriterlik (electoral authoritarianism) diye tanımlanan bir rejim tarzına gidişin tüm emareleri belirmiş durumda.

Üstelik devrim teşbihini sürdürecek olursak, tüm devrimler konsolidasyon döneminde baskıcı, aman vermez ve mutlak muktedir rejimler üretir.

Belki de bu nokta aynı zamanda devrim teşbihinin sınıra dayandığı yer oluyor. Sonuçta Türkiye’de köklü dönüşüm şiddet yoluyla değil çoğulcu siyaset kuralları içinde gerçekleşti. Daha önemlisi yüzde 45’te kemikleşmiş gibi duran bir muhalefet mevcut. Buna hayatiyet kazandıracak, Türkiye’nin eğitimli, iyi yetişmiş insan sermayesi yerinde duruyor.

Şimdiye kadar bu kitlenin sorunu, kendi rehaveti, siyasal imgelem eksikliği, düşünce tembelliği ve askere/yargıya yaslanma kolaycılığıydı. Bu kesimin daha dinamik unsurları ise seslerini siyaset sahnesine çıkaracak, 21. yüzyıla uygun alternatif proje sunan, ekonomi yönetimi açısından güven telkin eden bir partiden yoksundular.

Bir ihtimal bu çaresizliğin beslediği çıkmaz sona eriyor. Zaten Türkiye tümüyle tek parti sultasına gitmeyecekse sona ermemesi de düşünülemezdi. Referandum kampanyası sırasında başlayan bir devinim son günlerde CHP’de bir büyük sarsıntıyı tetikledi. Üzerine çok uzun zamandır ölü toprağı serpilmiş, Baas partisine dönüşmüş CHP yeni bir arayış içine girdi.

Çağdaş Türkiye’nin İslamcı hareket dışında, modernleşme projesi sunan partiye ihtiyacı hiç bugünkü kadar akut olmamıştı. Yapısal bir gereklilik olarak Türkiye siyasetinin bu alternatifi üretmesi zaten gerekiyordu. Bir vadede üretecek de. CHP o vaadin partisi midir bunu kestirmek henüz mümkün değil. Bir yanda toplumsal dinamiğin dayattığı mantık, diğer yanda CHP’nin otoriter / bürokratik / toplumdan enerji almaya bilmeyen DNA’sı var. Eğer bu mücadeleyi toplumsal dinamik kazanırsa Haziran seçimlerinden sonra Türkiye siyaseti nihayet dengesini bulmaya başlar.Eğer CHP’nin DNA’sı kazanırsa o zaman AKP’nin kurduğu ve perçinlediği yapı siyasete bir kuşak daha hakim olur.

Yazının ilk bölümü için tıklayınız:

https://www.salom.com.tr/news/detail/17326-Referandumda-biten.aspx