Kitaplar filmlere karşı!

Köşe Yazısı
27 Ekim 2010 Çarşamba

Kendi hayallerinizi mi tercih edersiniz? Yoksa bir başkasının sizin yerine hayal kurmasını mı? Örneğin bir kitabın baş kahramanın İtalya’ya gidip dört ayını dünyanın en güzel lisanını konuşmaya ve dünyanın en lezzetli yemeklerini tatmaya adamasını sayfalarca keyifle okurken, Napoli’de dünyanın en güzel pizzasını yerken anlattığı ince detaylara dalarken, filmi görmeye gittiğinizde alelade bir dilim pizzanın ekrandan birkaç saniyede geçip gittiğini görünce, hayal gücünüzün sizden çalındığını hissetmez misiniz? Ya da sevgilisinden ayrılmak için yazdığı bir e-maildan sonra gökten boşanırcasına yağan bir yağmuru andıran ağlama krizine tutulan bir kadını yaşadığı duygu yüklü anlarda, onu yeni öğrendiği İngilizce kelimeleri kullanıp sakinleştiren İtalyan arkadaşı arasındaki o anı aramaz mısınız filmde?

“Kitabı filme tercih ederim,” diyenleri de hayal kırıklığına uğratan tam olarak bu değil midir aslında? Bir kere daha bir film beni hayal kırıklığına uğrattı. Üstelik bu film kötü veya sıkıcı da değil. Kitabını okumamış ve başka şartlarda karşılaşmış olsa idik, bir Pazar günü keyifle seyredeceğim bir filmdi Eat Pray Love… Ben kitabın yazarı ve kahramını Elizabeth Gilbert’ı otuz dört yaşında hayal ederken, karşımda kırklarında bir Julia Roberts çıktı. Kitapta yaşadığı hüzün dolu bir boşanma ve sağlıksız bir ilişkinin ardından aşka bir süre ara vermek isteyen Liz’in hüznü kitapta yansıtılırken, filmde güle oynaya bir tablo var Liz için. İtalya’daki arkadaşlarıyla yiyip içtiği, bir an bile suçluluk, yalnızlık, hüzün gibi duyguları yansıtmadığı…

Sanırım bir hikâyenin vermek istediği duyguyu tam anlamıyla aktarmada, her kitap filme göre 1-0 önde gidiyor; çimenlerde yürürken çimen kokusunu hissedebiliyor, Bali’de yapılan bir kutsama töreninde kullanılan Hindistan cevizinin sütünü koklayabiliyor, rengârenk egzotik çiçekleri görebiliyor, tekrar aşkı keşfedince o heyecanı içimizde duyabiliyoruz. Denizi koklayabiliyor, tuzunu hissedebiliyor, dünyanın en güzel pizzasının üzerindeki çift katlı peynirin eriyişini seyredebiliyoruz. Ayrılığın ardından dökülen gözyaşları kalbimizi acıtıyor, takılan takılar gözümüzü kamaştırıyor, küçük bir çocuğun sattığı organik sebzelerin kokusu burnumuza kadar gelebiliyor…

Bizim hayalimizin gücü, beyaz perdeye yansıyamıyor, duygular atlanıyor, görüntüler yarım kalıyor. Biraz gerçek hayatı andırıyor aslında; birinin on yıl evvel kariyeri için koyduğu hedeften çok uzak olmasıyla yüzleşmesi veya karşı cins ilişkilerinde insanları olmadığı yerlere konumlandırdıktan sonra yaşanan hayal kırıkları gibi… Bazen de sadece denemek istediğimiz bir tatlının istediğimiz gibi tutması gibi basit bir hayal kırıklığı.

Filmi tekrar çekmek veya en azından sinema salonunda kareleri geriye sarmak mümkün değil. Kitapta o anı tekrar yaşamak için tekrar okumak mümkün; hayatta da bazı hayalleri gerçekleştirmek için ikinci şanslar çıkabildiği gibi…