Eski dostluklar…

Bu haftaki yazımda başyazı kalıplarının dışına çıkarak, özelimde yer alan bazı görüş ve duygularımı paylaştım, geçmiş birlikteliklerimi, bazı çocukluk, gençlik anılarımı aktardım, belli bir dönemin yaşanmışlıklarını kaleme aldım. Kopuk ama içten satırlar. Öylesine okuyabilirsiniz işte…

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
22 Ocak 2011 Cumartesi

Daha yeni öğrendim; Türkiye’nin 100 önemli Yahudileri listesindeymişim.  Ve uzunca bir süredir bu liste sosyal iletişim sitelerinde  ‘tedavül’deymiş. Bu ipe sapa gelmez saçma listeyi kim düzenlemiş, hangi amaç ve kıstaslar göz önünde bulundurulmuş, bilemiyorum.

Yine de es geçilseydim fazlası ile memnun olurdum. Sonra o listeye girmeye hak kazanmış nice sanatçı, yazarlarımız, şu veya bu kurumda önemli mevkilerde görev görenler varken…

İzel Rozental dostumdan bir öğüt: “Küçük bir köyde kral olacağına büyük denizde boğul…”

Geniş toplumda tanınmak, ünlenmek kolay iş değil, herkesin harcı ise hiç değil, kendinle bağdaşık ol yeter, bir şeyler vermeye çalış ve yaptıklarınla da övünme, başkaları seni övsün, alçakgönüllü ol. İşte benim şiarım… Geçer akçe mi? Günümüzde pek değil. Nerede olursan ol, profesyonel yaşamda veya gönüllü bir kurumda herkes masasını diğerinden bir adım öne çekmeye çalışıyor.

Geçmişte İsrail’in Türkiye Büyükelçisi olan Zvi Elpeleg şu saptamada bulunmuştu: “Türkiye’de Yahudiliği ayakta tutan en önemli etkenlerden biri de gönüllü cemaat faaliyetleri”. Oldukça yerinde bir tespit…

***

Geçenlerde bir dostum telefonda aradı; “Eski arkadaşlar gelecek, sen de katılırsan sevinirim” dedi. Fırsatı kaçırmadım, dokuz kişiydik; 40 yıl önce Büyükada takımının bir bölümü. Kimi ile yolum sık sık kesişti, kimini 20-30 yıldır görmedim.

Bir araya geldiğimizde, yıllarca önce varlığını bir yaz sezonu sürdürebilen, ancak her birimizin anılarında nostaljik bir yeri olan gençlik cenneti ‘Koko Kulübü’nü de andık. Nino Varon ve Sarı Moris’in konserler verdiği, ilk göz ağrılarının yaşandığı, büyük bir bahçede voleybol sahasına da sahip eski bir ada köşkü. O da yıkıldı, yerini yıllar önce beton yığınlarına bıraktı.

Dostlarımla pek öyle kolay unutamayacağım bir gece geçirdim. Eski albümlerin sayfalarını karıştırmaktan hoşlanmıyorum, ama çocukluk arkadaşlarıyla bir araya gelmek ayrı bir keyif. O yıllarda pek de kapalı bir çevre değildik, gettolar büyük ölçüde aşılmıştı. Okuduğum Şişli Terakki ve Fransız Liselerinde 40 kişilik sınıfın üçte biri Müslüman, üçte biri Hıristiyan ve üçte biri Yahudi’ydi. Kimin ne olduğu açıkçası hiç önemsenmezdi.

Şimdilerde Gürbüz’ün, Zalonis’in, matematik hocamız Mösyö Michel’in oğlu Gabi’nin izini sürüyorum. Nerede yaşarlar, onu da bilmiyorum. Facebook gibi sosyal ağlar iletişimi sağlamakta pek yeterli olmuyor, ayrıca o güzelim ilişkileri de sıfıra indirgiyor, her şey yapay, her şey sanal.

Öyle bir geçer zaman ki  televizyon dizisini izleyenler İstanbul Hukuk Fakültesi’nin amfisini tanımışlardır; gündüz bin, öğleden sonra bin kişinin okuduğu devasa bir birinci sınıf. Öylesi kalabalık bir ortamda köklü arkadaşlıkların oluşması da çok zordu. Bizler biraz daha devamlı ve derslerini önemseyen beş kişilik bir gruptuk. Aramızdan Durmuş Tezcan dört dörtlük bir Anadolu çocuğu, onla daha da samimiydik. Bir gün kendisini Teşvikiye’de eve yemeğe davet ettim. Eski Konak Sineması’nın yakınında, oldukça gözde olan Yekta Lokantası’nın önünden geçerken bana şöyle dedi; “Yakupçuğum bir gün paramız yetecek, böylesi yerlerde de yemek yiyebilecek miyiz?

Durmuş burs kazanarak Belçika’da doktorasını tamamladı. Ceza Usul Hukuku Öğretim Üyesi Ordinaryüs Prof. Sulhi Dönmezer’in en başta gelen selefi oldu. Prof.Dr. Durmuş Tezcan Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde savundu. Yine hukukçu Belçikalı bir hanımile izdivaç yaptı; çocukları olmadı, ama yazdığı her eseri asistanları ile paylaştı,  gerçek birer bilim adamı olarak yetişmelerinin önünü açtı ve onları çocukları gibi sevdi.

Durmuş ile yılda birkaç kez telefon düzeyinde de olsa hal hatır sorma babında ilişkimiz hiçbir zaman kesilmedi. Geçenlerde beni aradı; “sana bir yemek borçluyum, eşim de müsait” dedi. Tabi ki yıllar öncesi yanından bile geçemediğimiz Yekta’da buluştuk. Bir ara garsona Yekta Beyi sormak gafletinde bulundum. “Öleli 25 yıl oldu. Öte tarafta lokanta bile açtı” şeklinde bir de nükte yaptı.

Yıllar geçiyor, kimi isimler unutuluyor, kimileri ise beynimizin bir köşesine kazınıyor. Eski dostluklar, arkadaşlıklar da öyle… Geniş toplum büyük ölçüde biz Türk Yahudilerini tanımıyor, tanımayınca da ötekileştiriyor. Ama tanıyanı candan bağlanıyor, seviyor.           

***                                                                        

Gila Kohen Öykü Yarışması’na başvuru süresi tamamlandı, geçen yarışmaya oranla katılım sayısında büyük artış sağlandı. Değerlendirmeye girecek öykü sayısı 380’i geçti. Birkaçına gözüm takıldı, 6-7 Eylül olaylarında sürülen Rumların ardından Türk vatandaşlarının acılarını, pişmanlıklarını, üzüntülerini dile getiriyor.

Aradan 50 yıl geçti, bu ayıp yüreğimizden silinmiyor. Umalım ki yakında vizyona girecek olan ‘Kurtlar Vadisi Filistin’ Türk Yahudilerine karşı nefreti körükleyerek 50 yıl sonra da unutulamayacak yaralara vesile olmaz.