Hayat fena halde futbola benzer

- Köşe Yazısı
20 Mayıs 2010 Perşembe

İnsanları yargılarken hep geçmişten feyz alıyoruz; bir şeye kötü diyorsak, onu iyiye döndüremiyoruz, keza iyi bildiğimizi de kötüye. Zaman zaman döndürsek bile bu çok zorlu bir süreç sonucunda oluyor. Bu durum ve bu süreç insanlar için de geçerli. Zamanında bazı huylarını gördüğümüz, yaşadığımız insanları güncel zaman dilimi içersinde değerlendirirken geçmişi önümüze koymamayı beceremiyoruz… Belki de öyle bir yetimiz var ama işimize gelmiyor. Şartlar insanlara öyle oyunlar oynuyor ki, insanlar; onlara direneceğim derken bambaşka bir adam oluyor, kötü oluyor, aksi oluyor, itici oluyor, sevimsiz oluyor, uyuşuk oluyor. Kendi gerçeklerinden, yapmak istediklerinden kopuyor. Obsesif bir hal alıyor. Ama içlerindeki saf benlikleri bir şekilde kendini koruyor. Benliklerimiz değişen ve gelişen şartlar sonucunda; matruşkalara dönüyor, üzerine bi kat daha, bi kat daha, bi kat daha. Ama çekirdek her zaman sabit kalıyor. Hele ki bazı zamanlarda bu bazen oyunbozan, bazen ise karakter bozan şartlar, öyle bir sağ gösterip sol vuruyor ki, insanın Mike Tyson’ın karşısında ringe çıkayım aparkatlar, kroşeler ile dalsın hatta kulağımı ısırsın ona bile razıyım diyesi geliyor. Bu matruşkalardan en çekirdek olanını çıkarmak ve bunu dışarıya göstermek, bir insanın anca duvara çarpmasıyla oluşuyor..

Bence bir insanın en zorlandığı an, karşısındakinin onu bir yere konumlandırdığı bir süreçte, ona aksini anlattığı andır. Yani en dipteki matruşkanın o olduğunu ifade edebilmeye çalıştığı an, çünkü karşındakinin gözünde senin hangi matruşka olduğun veya bir başka deyişle senin hangi renk olduğun bellidir. Siyahtır, beyazdır, gridir, pembedir veya başka bir renktir ama sonunda “-dır, -dir” eklerinden muhakkak biri vardır. Sorsan belki en ukala belki de en entel haliyle “değişmeyen tek şey değişimdir” der ama hiçbir zaman karşısındakine bu şansı vermezler. Çünkü hakkında konuşulan kişiye içte oluşan bir öfke vardır. Bu öfke; zamanla inada sonra nefrete döner.

Aziz Yıldırım, Frank Rijkaard, Rıdvan Dilmen, Mustafa Denizli, Fatih Terim, Emre Belözoğlu, Christoph Daum, Hasan Şaş, Bülent Korkmaz, Ergin Ataman, Bogdan Tanjevic ve benzerlerini değerlendirirken hep geçmişten örnekler alıyoruz, hep bi “bakınız” veriyoruz ve yüzeysel değerlendirmeler yapıyoruz. Ancak şartları hiç düşünmüyoruz, etki tepki mekanizmasını hiç aklımıza getirmiyoruz. Ağzımıza geleni söylüyoruz. Kimisini şikeci yapıyoruz, kimisini hain, kimisini egomanyak.

Kaldı ki bu söylediklerimi sadece spor camiası ile de kısıtlamamak lazım, eminim ki etrafımızda bizi böyle değerlendiren, geçmişten “bakınızlar” veren, bize bir şans daha vermeyen, bizi geçmişimizle yargılayan bir sürü insan vardır. Belki bir nebze olsun, onlara bi ışık yakarız.Hiç nefes almadan eleştirirken bir soru işareti yaratıp yeniden düşünmelerini sağlarız. Hem onlara nefes aldırırız hem de karşısındakilere..

‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ filminde; “Hayat fena halde futbola benzer” demişti, rahmetli Savaş Dinçel (Hacı). Ancak insanlar, futbolun içindekilerin de hayatın içinden geldiklerini unutuyorlar...

Böylesine kavgadan, gürültüden beslenmeye dayalı bir spor camiasına sahip olan bir ülkenin bir gazetesinin, bir spor sayfası için fazla naif bir yazı olduğunu kabıl ediyorum ancak bu sene kavgalardan ve çirkinliklerden o kadar bunaldım ki, futbol yazsam, çirkinlikleri eksik kalacak, çirkinlikleri yazsam futbol eksik kalacak. 

“Kek keh” gülerek komplolar kuranlar, öyle ya da böyle ben ‘borumu’ öttürürüm diyenler, zeminin kaygan olduğunu farkedip kendini sigortalatanlar, birşeyler söyleyip sonra “bakın öyledir demiyorum” diyenler,  ‘nerede yaşadığı veya yaşatıldığı’ belli olmayanlar,  Aziz Yıldırım’ı Emin Çölaşan ile karıştıranlar olduğu sürece de bu ülkede zor futbol yazarız. Şu dünya kupaları peşi sıra başlasa da önce saf futbol sonra da saf basketbol yazsak…

Yorumlarınız için; [email protected]