Cumhuriyetin ‘bilge’ konukları

Oktay EKİNCİ Köşe Yazısı
20 Mayıs 2010 Perşembe

Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü tutup ‘Hitler’e benzettiğinde, gözümün önüne bir fotoğraf geldi... Şimdiki adı ‘Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ (MSGÜ) olan, ülkemizin en eski mimarlık ve sanat okulu ‘Güzel Sanatlar Akademisi’nde 1942’de çekilmiş bir fotoğraf... 

Cumhurbaşkanı İnönü Akademi’yi ziyaretinde, aralarında Hitler’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Musevi akademisyenlerden Prof. Belling ve Marie Louis Süe’nün de bulunduğu hocalarla bir heykel atölyesini geziyor. Konuğuna atölyesini tanıtan Heykel Bölümü Başkanı Belling’in yüzündeki mutluluk ile İnönü’nün yüzündeki hayranlık ifadesi acaba neyi özetliyor?

Sorunun yanıtını, fotoğrafı Akademi arşivlerinden bulup “Güzel Sanatlar Akademisi’nde Yabancı Hocalar” kitabıyla bize kazandıran Prof. Dr. Ataman Demir’in şu sözleri yeterince veriyor; “Ülkelerindeki ırkçı iktidarla çatışarak göç eden bu insanlara ‘vatansız’ denirdi; Türkiye vatanları oldu...”

Acaba Erdoğan, cumhuriyetin özellikle 1930’lardaki ‘üniversite reformu’yla birlikte şahlanan bilim ve sanat yürüyüşüne eşsiz katkılarda bulunan Musevi hocaların Atatürk ve İnönü dönemlerindeki cumhuriyet yönetimiyle ne denli dostça ve karşılıklı güven duyguları içersinde kucaklaştığını anımsayabilseydi; hele şu fotoğrafı da görseydi, her yönüyle ‘talihsiz’ denebilecek benzetmesini yapabilir miydi?

MSGSÜ Rektörü Prof. Rahmi Aksungur, özellikle Atatürk’ün ilgisi ve davetiyle başlayan o tarihsel buluşmalar için kitabın sunuşunda diyor ki; “...ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan onlarca yabancı aydına okulumuzda eğitim verme imkânı tanınmış; bu sayede birçok değerli sanatçımız yetişmiştir.”

Nitekim ressam Léopold Lévy, 1937’den itibaren on iki yıl Akademi’nin ‘Resim Şubesi Şefliği’ni yürüttükten sonra 1 Kasım 1949 tarihli ‘veda’ dilekçesinde demiş ki; “Burada geçirdiğim uzun zaman zarfında, memleketimde biraz unutulmuş sayılma tehlikesi mevcut olmakla beraber, inanınız ki her zaman benim de vatanım sayılan memleketinizden en güzel hatıralarla dönmüş olacağım...”

‘EMEK’LERİNİN KARŞILIĞI

Akbank’ın desteğiyle hazırlanan kitapta, on yedi Alman, bir Avusturya, iki İsviçre ve üç Fransız uyruklu 24 akademisyenin serüveni yer alıyor.

Örneğin 1936’dan 54’e kadar ‘Heykel Şubesi Şefliği’ni yapan Rudolf Belling’le Kültür Bakanlığı arasındaki 8 Aralık 1936 tarihli sözleşmede; “Her ay emeğine karşılık peşin alacağı 1138 TL brüt maaşı, kesintilerden sonra 750 TL’den aşağı düşmeyecek. İstanbul’a göç masrafı için 1000 TL ve kontrat bitiminde ülkesine dönüş masrafı olarak da 1000 TL ödenecektir” hükmü var.

Belling’in öğrencileri arasında Nijad Sirel, Kenan Yontuç, Ali Teoman Germaner (Aloş), Hüseyin Anka, Hüseyin Özkan, Yavuz Görey, Kâmil Sonad, İlhan Koman, Şadi Çalık, Hüseyin Gezer, Turgut Pura gibi heykeltıraşlarımız bulunuyor.

Taksim Gezisi için istenen, ancak oraya konulmayan İnönü Anıtı’na da imza atan Belling’e, 1955’de ülkesine dönünce, sanki ‘gönül alma’ anlamında ‘Federal Almanya Büyük Hizmet Nişanı’ verilmişti…

1939-43 yılarında ‘Tezyinî Sanatlar’ (daha sonraki ismi: Dekoratif Sanatlar) Şubesinde şeflik yapan Fransız mimar Marie Louis Süe ise bir konferansında diyor ki; “Öğrencilerine bu kadar olanak sunan başka bir Akademi bilmiyorum. Heykel ve Mimarlık Bölümleri’nin bir arada oluşu eğitiminiz için çok uygun bir ortam yaratmaktadır. Sanatın altın çağlarında ressamlar, heykeltıraşlar, mimarlar ve dekoratörler, işbirliği içinde çalışmışlardır...”

Akademide yakın yıllara kadar süregelen bu birlikteliğin, ‘üniversite düzeni’nden sonra giderek ortadan kalkması, eski hocaları ve öğrencileri üzerken, Süe’nin de kemiklerini sızlatıyor olmalı...

EFSANEVİ MİMAR

Modern mimarlığın ünlülerinden Bruno Taut da 1936-38 dönemi Mimarî Şubesi Şefi... Ataman Demir’in deyimiyle “Hayatının son yıllarını geçirdiği Türkiye’de inşa ettiği binalar ve eğitime katkısıyla bir efsane...”

Genç Bruno, 1. Dünya Savaşı’nda İstanbul’a gelerek ‘Türk- Alman Dostluk Evi’ projesi yarışmasına katılmıştı. Nazilerle çatışan düşünceleri ve Sovyetler Birliği ziyaretleri nedeniyle tutuklanmak üzereyken, kaçarak Japonya’ya gitti. 1936’da da Türkiye’ye sığınıp Mimarlık Şubesi’nde hocalık yaparken 1938’de yaşamını noktaladı...

Mezarı da İstanbul’da olan Taut’un okuldaki cenaze törenini Prof. Maruf Önal şöyle anlatıyor; “Sandukasının başucunda ünlü kemancı Mischa Elman,  Beethoven’in bir sonatını çaldı; öyle istemiş… O güne kadar hiç böyle bir cenaze töreni görmemiştim...”

‘Tatbikat Bürosu’ndan mimar Şinasi Lügal da şunları söylemiş; “Memleketimize gösterdiği muhabbetin samimiyetini hayatından sonra da topraklarımızdan ayrılmamak arzusu ile ispat etti. Biz de onu kalplerimizden hiçbir vakit ayırmayacağız...”

Hitler’in faşizminden kaçanlar, sadece Yahudiler değil, sosyalist, devrimci ve yurtsever aydınlardı. Kendilerine en güvenilir sığınak olarak Türkiye’yi seçmeleri, Cumhuriyetin de onları kucaklayarak eğitime kazandırması, yakın tarihimizin en onurlu sayfaları arasındadır.

Ataman Demir’e, o sayfaların en insancıl ayrıntılarını kitaplaştırdığı için kuşaktan kuşağa teşekkür borçluyuz... Başbakana da tarihsel kahramanlarımız hakkında yorum yaparken, tarih danışmanlarını biraz çalıştırmasını tavsiye ediyoruz...