“Bin dokuz yüz seksen dört” ve bugün

Köşe Yazısı
25 Ağustos 2010 Çarşamba

David Ojalvo


George Orwell’in “Bin dokuz yüz seksen dört” adlı romanı, son dönemde sıkça anılan bir kitap. Romanın birçok yönünün günümüzde karşılık bulduğu dile getirilmekte, değişen toplumsal ve siyasi dinamikler için kitap bir referans gibi sunulmakta. Orwell’in geleceğe dair bir öngörü olarak da kaleme aldığı romanı ilgiyle okudum. “Bin dokuz yüz seksen dört” üzerine birçok makale yazıldı ve birçoğunun daha yazılacağını tahmin ediyorum...

Orwell’ın kitabına vermek istediği isim öncelikle ‘Son Adam’dı; daha sonra yayıncısının önerisiyle, “Bin dokuz yüz seksen dört”ü kabul etmiş. Öncelikle belirtmeliyim ki, verilen tarihin üzerinde durulmamalı. Öyküde de kahramanımız Winston’un tarihi net olarak bilmesi istenmediği gibi, 1984 özünde sembolik bir yıl. Zaman, doğru ve yanlışın ayırt edilemediği, toplumun sınıflara bölündüğü ve bu çerçevede sürekli olarak izlendiği, düşüncenin suç saçıldığı ve polis takibinde olduğu bir zamandır. Belli olaylara belli duygularla karşılık verilebilinir ancak; yenidünya (birbirine benzeyen) üç devletten oluşmaktadır ve gündelik hayatta kullanılan Yeni-Lisanın sözcükleri sürekli azaltılmaya çalışılmaktadır. Tarih ve kültür mirası yeniden yazılmakta, ‘devrim’den önceki tüm birikim sistematik bir biçimde yok edilmektedir. Çocuklar, gerektiği takdirde anne-babalarını düşünce polisine ihbar edebilecek şekilde yetiştirilmektedir. Cinsellik, aşk, sevgi gibi değerler silinmektedir. Bir ‘Büyük Birader’ vardır, sizi izlemektedir ve tüm güç onda toplanmıştır. Onun can düşmanı ise Emanuel Goldstein’dır; fakat Goldstein ve yandaşlarının varlığı nerede, bilinmemektedir. Barış savaşın kendisidir, özgürlük köleliktir ve gücü, inkâr sağlamaktadır. Bir sistem vardır ve belirli insan prototipleri. Yenidünyada düşünen adama yer yoktur; o hiç var olmamıştır.

Romanda yer verilen kavramlar ve anlatılan dünya düzeni fazlasıyla incelenmeye değer. Kahramanımız Winston, devrim öncesi dönemi az çok görmüştür. O düşünen son adamdır, âşık olan son adamdır. Sevgilisi Julia ile bu düzenin yıkılabileceğine inanmaktadır, bunun için emek vermeye hazırdır. Kendisine önder olarak gördüğü O’Brien ise düzene karşı olan hareketin değil, ‘Büyük Birader’in takipçisidir. Winston da ‘Büyük Birader’i sevmeyi öğrenecektir ve bu süreç okuru yoğun bir düşünce bulutuyla baş başa bırakacaktır.

Winston’un yaşadığı Okyanusya’nın elementlerle, günümüz dünyasıyla çeşitli bağdaşlıklar rahatlıkla kurulabilir. Belki evlerimizde bizi 7/24 izleyen tele-ekranlar yok; ama bilişim teknolojiyle fişlendiğimizden endişe ediyoruz. Düşünce polisleri ortalıkta devriye gezmiyor olabilir; ama insanoğlu ‘düşünce suçu’ nedeniyle hüküm giyiyor. Kitapta sözü edilen çifte-düşünmek tekniğiyle doğru ve yanlış olarak bilinenler aynı kapıya çıkmıyor; ama müthiş bir bilgi kirliliği, düşünce çarpıtması söz konusu. Bildiklerinden korku duyan toplumlar, kalemine dilediği gibi yön veremeyen aydınlar, politik iktidardan zarar görme kaygısı güden insanlar da günümüzün kitapla olan ilişkileri arasında sayılabilir.

Romanın en çok etkileyen yönü ise Winston tutuklandığında, onun yaptıklarının tümünün hali hazırda biliniyor oluşuydu. Her ne kadar Winston ve Julia attıkları adımlarda kendilerini güvende bilseler de, aslında çoktandır takip ediliyorlardı, ‘düşünce suçu’ işliyorlardı. Anlayabildiğim kadarıyla sistemin bir yere kadar tahammülü vardı. Eylemleriniz belli bir eşiği geçtiğinde, artık var olmanız mümkün değildi. ‘Büyük Birader’ düşmanını da kendisi yaratıyordu. Romanda sözü edilen Emanuel Goldstein da muhtemelen hiç yoktu. O hangi ölçüte kadar düşünce suçu işleyebileceğinizi görmek üzere ortaya konmuş sistemin ürünüydü. Karanlık, Winston ve Julia’nın sandığından daha beter çökmüştü.

Yazımı tamamlarken, “Dünya, Orwell’in romanına doğru mu ilerliyor?” sorusunu çözümlemek istiyorum. Düşünmek, var oluşa eşdeğer bir kavram. Düşünmek, yeri geldiğinde tehlikeli addedilebilen bir eylem de. Sınırlar ne kadar zorlanabilir? Bireysel sınırlarımız nedir? Neyi, ne kadar özgürce ifade edebiliyoruz? Doğrularımızı ne oranda savunabiliyoruz? Toplum ve dolayısıyla siyasi iradenin düşüncelere yaklaşımı nasıl? Soruya, sorularla karşılık verdim; ama Orwell’in romanının ne ölçüde geçerlilik kazandığı, biraz da bu cevaplara bağlı.