Retorik

Nefret ediyordum sözlüden! Oturduğu kürsüden dünyaya hükmettiğini sanan ‘sadist’ öğretmenlerden, alaycı bakışlarından, kara kaplı not defterlerinden, tebeşir tozundan, kara tahtanın renginden, sınıfın ekşi kokusundan, gaddar sınıf arkadaşlarımdan, hepsinden...

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
4 Ağustos 2010 Çarşamba

Yirmi sekiz çift göz birden bana bakıyordu. Ben onları görmüyordum çünkü boynumu olabildiğince bükmüş, başımı öne eğmiştim. Ama hissediyordum. Nefeslerini tutmuş beni seyrediyorlardı. Onları hayal kırıklığına uğratmayacağımı biliyorlardı. Ben de öyle...

Sınıfta hüküm süren derin sessizlik ara sıra istem dışı peydahlanan bir kıkırdıyla sekteye uğrasa da, coğrafyacının zırh delici sert bakışları ortamı yeniden normale döndürüyordu.

Eee? Anlatacak mısın şu akarsuları?

Nefret ediyordum sözlüden! Oturduğu kürsüden dünyaya hükmettiğini sanan ‘sadist’ öğretmenlerden, alaycı bakışlarından, kara kaplı not defterlerinden, tebeşir tozundan, kara tahtanın renginden, sınıfın ekşi kokusundan, gaddar sınıf arkadaşlarımdan, hepsinden...

Hocam, akağvsulağv...

Başlıyordu işte! İsterik kıkırdılar kontrolden çıkıyordu. Birazdan coğrafyacının Mussolinivari bakışları da fayda etmeyecek, sınıf kahkahaya boğulacaktı. Oysa sorunun yanıtı basitti. Nehirle başlayabilir, ırmakla sürdürür, dereye geçebilirdim. Ama asıl güçlük deredeydi. Düşünsenize, zorlana zorlana ‘değve’ demişim... Hoca hışımla “Yok deveee!” diye dalgasını geçecek, bütün sınıf yerlere yatacaktı. Susma hakkımı kullanmaya karar verdim. Sessizlik içinde geçen birkaç dakikanın ardından, sabrının artık iyice taştığını belirten bir ses çıkardı coğrafyacı:

Eee?!

Akağvsulağv... akan sulağvdığv...

Bir çırpıda içinde en az “r” harfi geçen bir cümle kurmayı başarmıştım. Buna rağmen sınıftan bir kahkaha tufanı koptu. O hengamede, öndekilerden biri fısıldadı: “Musluktan da akar!” Lafı havada kaptım ve tekrarladım:

Musluktan akağv...

Azarla birlikte sıfır alıp yerime oturduğumda mutluydum. Sınıf ilk kez bana değil, espriye gülmüştü. Ama yine de içim içimi kemiriyordu. Bu “r” sorunum iyice çekilmez olmuştu. Soyadımı bile doğru dürüst söylemekten acizdim. Zaten her şey böyle başlamıştı. Gıcık Fransızca öğretmenimiz bana soyadımı tekrarlatmaktan haz duyuyordu. Ben ‘…ğvozental’ dedikçe o da ‘defterimde öyle bir isim yok, sen nereden çıktın?’ diyerek dalgasını geçiyordu.

Gün boyu bunu düşündüm. Topluluk önünde güzel konuşanları kıskanıyordum. Tiyatroya bayılıyor, tiyatrocu olmak istiyordum. Ama bu sesle mi? Artık kendi sesimi dahi duymaya tahammülüm kalmamıştı. Kara kara düşünürken bir ara içimden Tanrı’ya beni bu dertten kurtarması için yakarmaya başladım. İşte o an nasıl olduysa babaannemi hatırladım. Küçüklüğümde bana Tevrat’tan öyküler anlatırdı. Bunların birinde Musa’nın tahtına göz koymasından kuşkulanan Mısır firavunu, danışmanının önerisiyle Musa’nın açgözlülüğünü sınamaya karar verir. Bunun için iki kâseden birine altın külçesi, diğerine de kor parçası koydurur. Küçük Musa, önce altın külçesine hamle etse de bir meleğin araya girmesiyle yarı yolda çark eder ve kor parçasını ağzına atar. İşte o andan itibaren Musa Peygamberimiz peltekleşir ve yaşamı boyunca düzgün konuşamaz. Buna rağmen halkına önderlik eder.

Aniden aklıma gelen bu öykü kafamı o denli kurcaladı ki, okul çıkışında Frere George’un sınıfının kapısına dikiliverdim. Frere George, din derslerine girmeyen Hıristiyan ve Yahudi öğrencilerin toplandıkları sınıfa gelir ‘moral’ dersi adı altında Tevrat ve İncil’den bölümler yorumlardı. “Cher Frere”* dedim, “Musa Peygamber hayatı boyunca peltek miydi?” Frere George bu sorumun nedenini hiç merak etmeden, “Öyle olduğu bilinir” diye yanıtladı. Bu yanıtı bekliyordum, hemen asıl soruyu yapıştırdım:

Peki, nasıl oluyor da konuşma problemi olan bir insan koca bir halka liderlik yapar, insanları Mısır’ı terk etmeye ikna eder?

Yanıt çabuk geldi:

Güzel konuşan kişiler toplumu kolaylıkla kandırabilir, doğru olmayan işler yaptırabilirler. Örneğin Hitler, Goebbels… Ama Musa, Tanrı tarafından elçi olarak seçilmişti ve Tanrı’nın emirlerini uyguluyordu. Hitabet yeteneğine gereksinimi yoktu çünkü Tanrı yanındaydı.”

Tabii ki bu açıklama beni teselli etmedi, ama Frere George’un verdiği Hitler örneği güzel konuşanlara olan hışmımı bir misli artırdı. O yıl, odamda hemen her akşam aynanın karşısında çalıştım. Buluğ çağındaydım, sesim değişiyordu. Bir akşam nihayet ‘Rrrr’ sesini çıkarmayı başardım. Dünyalar benim olmuştu. Artık o kadar abartıyordum ki, duyanlar İskoç aksanıyla konuştuğumu sanıyordu. Ne ki, r’leri yuvarlamak güzel konuşmaya yetmiyordu. İlk gençlik aşkımı münazara takımımızın kaptanına kaptırdım. Güzel konuşanlardan bir kez daha nefret ettim.

Geçenlerde Radikal Gazetesinde Türker Alkan’ın bir yazısını okudum. Yazar, Aristo’nun demokrasiye karşı olduğunu anımsatıyordu. Nedeni, nutuk atan laf cambazlarının halkı kandırıp yanlış yollara sürükleme endişesiymiş. Ardından İlhan Arsel’in ‘Arap Milliyetçiliği ve Türkler’ adlı kitabından şu alıntıyı yapıyordu: “…Akıl rehberliği ile Arap’ı ikna etmek şu veya bu yönde sürüklemek imkânı yoktur. Fakat dil unsuru ile, talakat ve belagat sanatıyla ona her şeyi yaptırmak mümkündür.” Türker Alkan makalesini şu soruyla bitiriyordu: “Sahi, neden demokratik süreç Arap ülkelerinde bir türlü gereği gibi işlemiyor dersiniz?”

Şiir severim, ama okumaktan ziyade dinlemekten hoşlanırım. Hakkı verilerek okunan bir şiir müzik gibidir, insanın ruhuna işler. Rusça ya da Arapça bilmem ama bir tiyatrocunun bu dillerde okuduğu şiirleri zevkle dinlemişliğim vardır. Oysa iş siyasi nutuklara gelince durum farklı. Mikrofondaki hatip ne kadar ustaysa o kadar tırsıyorum. Oyum hep pelteklerden, düzgün konuşamayanlardan yana...

* Cher Frere: Sevgili ağabey anlamına gelen hitap tarzı. Fransız Frere’lerin okullarında kendilerine bu şekilde hitap etmemiz gerektiği öğretilmişti.