Sokakta yürürken belediyenin bir posteri dikkatimi çekiyor: “Montreal’de yaşayan Montreallidir” diyor. Herkesi kucaklayan ve herkese sorumluluk yükleyen bir cümle. Metro vagonlarındaki ışıklı ilanlardan biri mutluluğu tarif ediyor: “Mutluluk sevdiği işi yapmak ve yaptığı işi istemektir...”
Uçağımızın tekerleklerinin Pierre Trudeau Havaalanı’na değmesi ile birlikte ailemizin yeni dünya macerası başlıyordu. İtiraf etmem gerekir ki, üzerimde yepyeni bir diyara gelmenin heyecanı ve çekingenliği yok değildi. Oysa benzer tatlara aşinaydım. Ancak bu seferki çok değişikti. Kızım üniversite hayatına dünyanın bu köşesinde devam etmeye karar vermiş, bize de onu desteklemek düşmüştü.
Montreal, İstanbul’a göre çok daha küçük ve savruk olmayan bir kent. Dolayısı ile indisini bindisini keşfetmek, bizim gibi “kurt kentliler” için çok zor olmadı. Bir iki gün içinde kendimizi metro istasyonlarında bilmiş bilmiş dolaşır bulduk.
Turistik mi, derseniz? Üç saatlik bir turla kentin en önemli yerleri hakkında genel bir kanıya sahip olabiliyorsunuz. Derinlerine inmek kaç zamana patlar bilemiyorum, çünkü kızımı yerleştirmek telâşı ile ailece öyle bir koşturmamız oldu ki, gezmeye çok zaman ayırma fırsatımız olmadı. Buna karşılık alışveriş merkezlerinde - yirmi küsur kilometrelik yer altı kenti dahil olmak üzere - sıkı bir muhite sahip olduğumuzu da, ilgilenebilecekler için, hemen belirtmeliyim.
Vieux Montreal – Eski Montreal, kentin tarihi dokusuna sahip şipşirin bir köşesi. Nereye benzetsem diye günlerdir düşünüyorum, fakat çok uğraşmama rağmen bulamıyorum. Öylesine samimi, öylesine genç, öylesine sıcak ki!
Sıcak, samimi, saygılı! Bu kent için cimrice davranmadan kullanılabilecek sıfatlar...
Muht
Birkaç hafta önce Mehmet Barlas’ın Şalom’un 360 Derece köşesinde yayınlanan yazısı geliyor aklıma ve daha bir anlam kazanıyor o satırlar… Eskiyi tamir etmektense, yeniyi doğru yapmanın kolaylığı herkes tarafından bilinir. Ne yazık ki, ülkemizin de içinde bulunduğu Eski Dünya – çünkü buna Avrupa’yı da bir nebze katmak gerekir diye düşünüyorum – değişik sürtüşmelerle, ulusal hırs ve ihtiraslarla hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak yıpranmış. Ve özellikle yakın doğu coğrafyasında bu yıpranmışlık bir yılgınlık, bir husumet, bir mutsuzluk, bir kıskançlık olarak tercüme görmüş gibi.
Cezayirli bir taksi şoförü, bizle konuşurken İstanbul’dan geldiğimizi duyunca gözlerini iri iri açarak ben de Türküm diyor. “Ancak Türkçem yok. Ailemiz Osmanlılar zamanında göç etmişler. Türk asıllılar Cezayir’de çok önemli görevler üstleniyorlar. Ancak Türklüklerini haykıramıyorlar, çünkü içinde yaşanan sistem hassas dengeler üzerine kurulu. Huzurlu yaşamak için çok dikkatli olmak gerek…” diyor ve hemen ekliyor. “Bizler tamamı Müslüman olan bir toplumuz ve Cezayir’de birbirimizi yiyoruz. Burada bu kadar değişik ulus var. Hepimiz saygılı ve rahat yaşantımızı sürdürüyoruz… Ve burada Türk asıllı olduğumu rahatça söyleyebiliyorum…”
Sokakta yürürken belediyenin bir posteri dikkatimi çekiyor: “Montreal’de yaşayan Montreallidir” diyor. Herkesi kucaklayan ve herkese sorumluluk yükleyen bir cümle. Metro vagonlarındaki ışıklı ilanlardan biri mutluluğu tarif ediyor: “Mutluluk sevdiği işi yapmak ve yaptığı işi istemektir...”
Böyle düşünülen bir ortamda, var olabilecek tüm sorunlara rağmen çatık kaşlı olmak mümkün değil. “Pembe düşün, pozitif ol” aslında tam da bu durumu anlatıyor. Anlayacağınız, onlara o diyarlara vereceğimiz ders var mıdır bilemem ama alacağımız çok, o kesin.