İsrail’le ilişkilerin kaderi yıllar öncesinden çizilmişti

Kadri GÜRSEL Köşe Yazısı
19 Ağustos 2009 Çarşamba

Türkiye’nin Ortadoğu’da çizdiği profilde, bir on yıldan diğerine yaşanan değişimin tayin edici unsuru nedir?

Türkiye neden kendisini, İslam Ortadoğusu ile ilişkilerini geliştirmek ve İsrail’le 90’lı yıllarda zirveye çıkmış sıkı bağlarını gözden geçirmek zorunda hissetmek durumundadır?

Bu yönelimi kuran esas faktör, AKP’nin inanç ve ideoloji temelli dış politikası mı?

Son bir yıla damgasını vuran bu dış politika anlayışının tezahürü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’daki çıkışıyla zirveye tırmandı... Ve Davos, Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir sismik sarsıntıya neden oldu. Bu sarsıntının ilişkilerde neden olduğu hasar bugün de giderilmemiş bulunuyor ve öngörülebilir bir gelecekte de hasarın tamir edilebilmesi pek muhtemel görünmüyor.

Yani, Davos öncesine dönüş kolay değildir.

Şu varsayımda pekâlâ bulunabiliriz: Türkiye ılımlı bir siyasi İslam partisi tarafından değil de merkezdeki bir parti tarafından yönetiliyor olsa idi Davos’taki hadise hiç yaşanmayabilirdi...

Merkezdeki sağ veya sol partiler tarafından yönetilen bir Türk diplomasisi, şimdikinin tersine, Ortadoğu’daki Hamas ya da Hizbullah gibi aşırı unsurlarla yakın ilişkiler kurmaktan ve hatta Gazze krizinde görüldüğü gibi bu güçlere angaje bir görünüm vermekten, onların sözcülüğünü üstlenmekten kaçınırdı...

Türk diplomasisinde Gazze krizi sırasında iyice sırıtan “denge sorunu” belki hiç ortaya çıkmazdı. Hamas’ın sözcülüğünü üstlenmezdi Türkiye; El-Fetih’le arasındaki mesafeyi açmazdı... Netice itibarı ile bu dengesizlikler Türkiye’ye emek harcanarak oluşturulmuş bir zemini kaybettirmiştir.

Diğer yandan, merkezdeki bir siyasi parti tarafından yönetilen bir dış politika, Ortadoğu’da AKP’ninki kadar aktif de olmayabilirdi. Çünkü AKP’nin Ortadoğu’daki aktivizminin ardında gücünü ideolojiden alan bir iştiyak vardır. Haliyle konu İslami unsurlarla ilişki kurmak, bu ilişkileri derinleştirmek ve anlaşmazlıklarda bu unsurlardan yana taraf olmak ise, benzer bir tutumu Türkiye’deki merkez partilerinden ya da en azından “Türk diplomasi okulu”ndan umamayız...

AKP iktidarı, Türkiye’deki “Batı’yı referans alan siyasi kültürü”, Türk dış politikasına vermek istediği ve bir ölçüde de vermekte başarılı olduğu yeni yönelimin önünde engel olarak görüyor ve iç siyasi kültürü mümkün mertebe İslamize etmek, Türkiye’yi de Ortadoğululaştırmak için hamle üstüne hamle yapıyor...

Ancak Türkiye’nin Ortadoğu’daki pozisyonunun tek başına “AKP gerçeği” ile açıklayamayız.

Aynı saptama Türkiye-İsrail ilişkileri için de geçerlidir.

Türkiye, AKP’nin dinsel/ideolojik temelli dış politikasının etkisi altında bulunmadan da Ortadoğu politikasını gözden geçirmek ve kendi değişen gerçeklerine göre yeniden düzenlemek zorundaydı.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde 90’lı yıllarda zirveye çıkan güvenlik temelli yakınlaşmanın -ki o dönemde bazı gözlemciler bu ilişkileri “stratejik” olarak dahi nitelemişlerdi- 2000’li yıllarda yerini Ortadoğu’daki hâkim İslam unsurunu gözeten kademeli bir mesafe ayarına bırakması, eşyanın tabiatı gereği kaçınılmazdı.

İsrail’le ilişkilerde AKP dış politikası faktörü olmasaydı dahi mesafenin kabul edilebilir bir dereceye kadar açılması gerekiyordu...

İki nedenle...

Birincisi, “güvenlik”, 90’lı yıllardaki Türkiye-İsrail yakınlaşmasının ana boyutunu oluşturuyordu... Türkiye-İsrail güvenlik işbirliği 80’lerden başlayarak, PKK’ya her türlü desteği verip Türkiye’ye karşı sıfır maliyetle örtülü bir savaş yürütmüş olan Suriye’ye karşı çok etkili biçimde kullanılmış ve İsrail’in de açıkçası çıkarlarına hizmet etmişti.

Ancak Türkiye’nin açık savaş tehdidi sonucu, 1998’de Şam’ın Öcalan’ı elinden çıkarmasını izleyen “Adana mutabakatı” ile Türkiye-Suriye ilişkilerinde başlayan yumuşama ve bunu PKK’nın tek yanlı ateşkesinin takip etmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki ana boyutun eski önemini azalttı.

Bugün ise Türkiye’nin Arap komşularıyla ilişkilerinin, İsrail ile olan ilişkilerinden çok daha iyi olduğu aleni bir gerçektir.

İkinci neden, “güvenlik boyutu”ndan daha önemli ve bence belirleyicidir...

90’lı yıllarda Türkiye bir “güvenlikçi devlet” idi...

Hem Soğuk Savaş sonrasının yeni gerçekliğinin hem de Türkiye ekonomisinde kaydedilen büyüme ve dışa açılmanın, Türkiye’yi artık bir “yumuşak güç” olmaya zorladığı, günümüzde artık kabul gören bir tespittir.

Türkiye, ekonomisinin yanı sıra “yumuşak güç unsurları”nı da geliştirdi...

Medya, eğitim kurumları, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, yardım örgütleri bunların başlıcalarıdır...

Diğer yandan ihracata dayalı büyüme, dış kaynak mahkûmu ve tasarruf fakiri Türkiye’nin tek çaresidir...

Türkiye yeni pazarlara açılmak ve var olanlarda derinleşmek zorundadır.

Bu gerçeği göz ardı eden bir Türk dış politikası olamaz.

Nitekim Türkiye’nin dış temsilciliklerinde de bu yönde köklü bir zihniyet değişikliğinin yaşandığına tanık oluyoruz. Soğuk Savaş yıllarında Türk dış politikasında güvenlik boyutu ön plandayken, diplomatlarımızın çok zaman ve enerji ayırmadıkları ticari ve ekonomik ilişkiler artık öncelikli konu haline gelmiştir, gelmektedir.

Türkiye aynı zamanda hedeflediği pazarlarda imajını da güçlendirmek zorundaydı.

Ve artık işin özüne gelebiliriz: Türkiye koskoca Ortadoğu pazarında, hakkında oluşmuş, “İsrail’in stratejik müttefiki” imgesiyle iş yapamazdı. Söz konusu imgenin silinmesi için Türkiye-İsrail ilişkilerinin bir dereceye kadar “soğutulması” Türkiye’nin ekonomik çıkarları açısından bir zorunluluktu...

Tabii bu “ayarlama” işi İsrail’de alınganlık yerine anlayış yaratarak, aşamalar halinde, kontrollü olarak yapılmalıydı. Çünkü İsrail Türkiye için her zaman çok önemli bir ülke olmuştur ve öyle kalacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın ise Davos’taki çıkışıyla Türkiye-İsrail ilişkilerinde deprem yaratırken, ekonomik bir art niyetle hareket ettiğini hiç sanmıyorum.

 

Kadri GÜRSEL

1961 doğumlu olan Kadri Gürsel, gazetecilik hayatına 1986 yılında başladı. Yeni Gündem, Nokta, Artı gibi haber dergileriyle, Cumhuriyet, Güneş ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, editörlük ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1993-1997 yılları arasında Fransa Basın Ajansı’nın İstanbul muhabirliğini yapan Gürsel, 1999 yılından beri Milliyet Gazetesi’nde yazıyor. Gürsel’in “Dağdakiler” adında yayınlanmış bir kitabı bulunuyor.