Bakmak ile görmek arasındaki fark

Yakir MİZRAHİ Köşe Yazısı
14 Nisan 2010 Çarşamba

Messi, Xavi, Iniesta derken, Barcelona dışında bir şey konuşamaz olduk nedense bu aralar... Öyle ki önüne çıkan rakibe acıma hissi duymayan, tek pas oyununu yeryüzünde en iyi şekilde uygulayan Katalan ekibin fikstürünü ezberler, bir sonraki hafta kiminle karşılaşacağını, bir önceki maçtaysa stoper ile ön liberonun nasıl birbirleriyle bu kadar iyi anlaştıklarını tartışır olduk. Henüz 22 yaşında olmasına karşın, bilhassa Şampiyonlar Ligi’ndeki Arsenal maçında Messi’nin yaptıklarına inanamayıp, Real Madrid’le oynanan derbide de Xavi’nin gollerden önce uzattığı şahane ara paslara ağzımızı açık bıraktık. Çıktıkları her maçın akabinde, ‘Bu adamlar futbol oynuyorsa, bizimkilerin yaptığı spor nedir?’ diye sorar, çoğunluğu 20 ile 28 yaş aralığındaki gençlerin nasıl böyle bir özgüvene sahip olarak yeşil çimenleri rakip takımlara dar ettiğini sorgular olduk...

Geçtiğimiz yıl katıldığı tüm kupaları zaferle kapatması bir yana, muhteşem formunu bu sezon da sürdürerek, Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale çıkan, ilk yarıda kendi sahasında devirdiği ezeli rakibi Real Madrid’i hafta sonunda ‘El Clasico’da bir kez daha mağlup eden ve taraflı tarafsız herkese ‘Galiba bu takımı izleyerek tarihe tanıklık ediyoruz’ dedirten Barcelona, hayatımızın neredeyse tek odak noktası oldu geçtiğimiz hafta... Çağdaş futbolun orta sahada topu iyi kullanabilen futbolcularla gerçekleşebileceğini, top rakipteyken tüm takımın meşin yuvarlağın arkasında kalıp,  alan daraltmasıyla ‘total savunma’ yapılabileceğini, yıldızına da maksimum sorumluluğu hiçbir sınırlama koymadan verdiğin zaman sonucun gelebileceğini ortaya koydu, koymaya devam ediyor ve böyle giderse gelecekte de koymaya devam edecek, Barcelona...

Rakibe top göstermeyen ve bu özelliği takımın kimliği haline gelen Barcelona, hatırlatmak gerekirse son 5 yılda 4. kez Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale çıktı ve bu 4 senenin 2’sinde Avrupa’nın kulüpler bazında en önemli kupasını havaya kaldırmayı başardı!.. Geçtiğimiz yıl bu kupayı havaya kaldırırken maça başlayan 11’de altyapıdan 7 oyuncu yer almış, son dakikalarda oyuna giren Pedro’yla beraber, Katalanlar maçı 8 kendi yetiştirdiği oyuncusuyla tamamlamıştı. Tüm bu gösterişli rakamların oluşumunda da şimdilerde Galatasaray’ı çalıştıran Frank Rijkaard ve Johan Neeskens’in büyük katkıları olmuş, Katalan ekip ‘Rüya Takım-2’ olma konseptine doğru ilerlerken, şimdilerde Florya’da geçimlerini sürdüren ikilinin unutulmaz uğraşları olmuştu.

2003-2008 yılları arasında Barcelona’yı çalıştıran Rijkaard ile 2006-2008 arasında Rijkaard’a yardımcı antrenörlük yapan Neeskens, sezon başından bu yana Galatasaray’a bir felsefe, bir kimlik oturtmaya çalışıyor, geçiş aşamasının zor olduğunu bile bile... Hatta zaman zaman ‘Ayıya dayı’ demek durumunda kalsalar bile... Bir kimlik dedik, bir futbol felsefesi dedik... Hatta bir vizyon da demek gerekiyor...

1980’lerin sonu ve 1990’ların başında Barcelona’ya ilk kez ‘Rüya Takım’ lakabını kazandıran efsane futbolcu ve teknik adam Johan Cruyff şöyle demişti: “Futbol basit bir oyundur. Ancak zor olan basit oynamaktır...” İşte belki de Galatasaray futbolu basit oynayabilmek için zorlandığı ve geçiş aşamasının sancısını yaşadığı bir sezonda çok büyük ihtimalle şampiyonluk biletini kaçırdı. Faturası da oyunculara çıkarıldı; en başta Galatasaray’ın kaptanlık pazubandını taşıyan ve altyapıdan yetiştiği kulübünü ne derece sevdiğini defalarca ortaya koyan Arda Turan’a... Islıklandı Diyarbakırspor maçında, 23 yaşındaki Arda... Kendi taraftarınca... Naçizane önerim şudur Galatasaray taraftarına... Bırakınız bir sezon şampiyonluk kaçsın, bırakınız beklenmedik puan kayıpları yaşansın, bırakınız kim iyi, kim kötü bir belli olsun... Ama o çığırından çıkmış ruhlarınızı tatmin etmek için kendi kaptanınızı ıslıklayacağınıza, kulübeye bakın kim var diye... Bu yazının ilk iki paragrafında anlatılan başarı hikâyesinin yazarlarını görürsünüz belki de!..