Hiç bir iş yapmayacaksın!

Köşe Yazısı
7 Nisan 2010 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


Hayal bu ya, pazar günü…  Şöööyle bayağı bi geç kalkıp, televizyonun karşısında uyuz uyuz neyşınıl ceografik seyredecem; aslanlar, kaplanlar filan. Pijamamla, tıraş olmadan, saçımı taramadan… Sooona güzzzel bir kahvaltı, hani ‘yasak’ olan her şeyden ‘biraz biraz’ yiyerek… Sonra çoktandır yapmak istediğim bir şey yapacam; ‘hiçbir şey’. Ööööle boş boş oturacam.  Hiçbir iş yapmadan, tembelliği iliklerime kadar hissedeyim diyorum… Diyorum demesine de…

Pazar sabahı ulusal spor günü. Bütün hafta homilide gırtlak, pufidi kandı, cumba yatak, yapmaktan ne olduklarını unutan kaslarımızı uyandırma günü. Sabah erkenden, blekböri mesajları başlar, saat 9’da yürüyüş programı. Hani kazara cevap vermez isen peşinden telefon trafiği de başlar. “Geliyor musunuz?” Gelecek olsak, “geliyoruz” deriz değil mi?  Cevap vermediğimize göre… Sözlüden kaçan öğrenci misali yorganın altına da saklansam telefonun sesi duyuluyor, kaçarım yok. Gidilecek. Kemer’de börtü böcek yürüyeceğiz, vücutlarımız da bize ödül olarak melatonin salgılayacak, ‘mutlu’ olacağız. Ben, daha kısa bir yol biliyorum ‘mutlu’ olmak için; “evde kalsam” diyorum hiç bu kadar eziyete gerek yok… 

Biz mi yürüyüşü bitirdik, yürüyüş mü bizi? Bilmem ama sonuçta; şükür bu eziyet bitti.  Döner dönmez eşofmanları çıkartıp bir duşiziko yaptım mı günün geri kalanı benim… Evde,  presyado de mi kaza ile patıko del mondo yeni uyanmış. “Ne yesek?” diye bakınıyorlar, pazar günleri kahvaltıyı hazırlamak babanın görevidir… Yani en azından ben öyle biliyorum. Güzeldir pazar kahvaltıları, yürü, yürü bi dünya eziyet, sonuçta verdiğin 300 – 500 kalori, sucuklu yumurta (kaşer kasaptan) ve sosuna bandırılmış ekmek eşliğindeki kahvaltı… Bu kahvaltıya kaç pazar yürüyüşü daha yapmak gerek?

Kahvaltı sonrası rehavetini yasayamadan, saat 15’te Neve Şalom’da düğün; Figaro’nun, allah… Mesut etsin, kon allegres te, yani gün mü bitti, pazarın saat öğleden sonrasında evleniyorsun kardeş… Figaro ile o kadar samimi değilim ki. Neden beni düğününe çağırdı ki? Bizim soyumuzda bir kamberlik mi var ne? Her düğüne gidiyoruz, gitmesek?  Yeniden giyin; kon kravates, kon jaketas. Size de olur mu? Çok tuhaf… Bu elbiseler dolapta dura dura küçülüyorlar… Özellikle en çok göbek bölgesinden…  Şoför bey (kendime söylüyorum) Şişhane’ye lütfen… Bari tebriklere kalmasak, imzamızı da attık, madem tebriklere kalacaz o zaman niye imza attık? Tebrik kuyruğunda ön sıralarda yer alabilmek için, koronun “besımantoooov”  nidasından birkaç saniye sonra kuyrukta önlerde bir yer kaptın kaptın, kapamadın yandan girme, çapraz sokulma, “bir müsaade lütfen”, “önde karım var”, “evde hastam var”,  yöntemleri denemeleri daha tecrübeliler tarafından “benim karım sizin karınızdan daha önde” seklindeki yeni taktikler ile bozulmuş olsa gerek ki yaklaşık 25 dakika kuyruk bekledim. Bu arada sevgili eşimi de kaybettim, onu aramaktayım… Kuyruk bitti, Figaro ve şürekâsına mutluluklar diledim, şükür güvenlik kapılarını da aşıp dışarıya çıktım. “Bekleme yapmayalım” uyarıları herhalde bizler için değil de, oradan geçen kuşlar, kediler için söyleniyor olsa gerek, kapının önü, birbirini öpen randevulaşan, ufak ufak sohbetleşen insanlar ile dolu. Sevgili karım, kuyruk işini benden iyi becermiş, dışarı çıkmış bile, ‘bekleme yapmamak!’  için karşı kaldırımda beni bekliyor… Baruh aşem, bu da bitti… Artık şimdi pazarıma başlayabilirim… Kalan sürede hamakta mı sallansam ne? Canım öööle bir şeyler çekiyor, tam teşekküllü tembellik beni derinden derine çağırıyor…

Bunları düşünürken yüzüme yansıyan tatlı bir tebessüm ile otoparktan çıkarken ‘dring’ la telefon; kim? Annemin komşusu Blumberg, açmasak mı? “Aloo, evet tabii ki geliriz...  Ne demek efendim, siz takı sergisi açacaksınız da biz gelmeyecek miyiz, aşk olsun, ne demek rahatsızlık? Allah sizi inandırsın na tam şu anda tam bir sergiye gitmek canım çekmişti… Asibiva… Nerede? Ataköy Marina Sergi Salonu, tamam az sonra oradayız…” Allah’ım neydi günahım diye soracağım ama sonuç ortada, garanti bir günah işledim cezasını çekiyorum… Allah’ın sopası yok ki kafana kafana vursun. Sen misin eve gitmek isteyen… Bu arada sabahki kahvaltının tesiri yavaş yavaş geçmek üzere, düğünde sadece ‘bayanlara’ verilen ama benim de bir şekilde aldığım düğün şekerlerini de yedim bitirdim, hiç kesmedi… Bari sergide güzzzel bir kokteyl olsa da bir şeyler atıştırsak…

Saat 18, eve doğru yoldayız, karnım halen aç. Ne yapsak? Ne etsek? Her şeyden önemlisi “ne yesek?” Kafamın içinden kebapçılar, balıkçılar… Teşvikiye Saray’a mı gitsek, hem yakın, hem çabuk, hem kesemize bereket çıkarız… Sonra da ‘yeteneksizsiniz Türkiye’yi seyrederim. Tam ki bu hayalimi hayatımın aşkına anlatacaktım, sevgili eşim “Yaaa bak adadaki komşumuz Margarıt Hanım var ya” dedi.  “Eee var” dedim sevimsiz bir sesle, “Nooolmuş...” “Sen düş, ayağını kır…” Vay münasebetsiz, bunun benimle alakası ne peki? Kaderimin belirlenmesi uzun sürmedi, “Amerikan’da, ona bi ziyarete gitsek, buralara kadar gelmişken.” Yaaa zaten günün finalinde bunu hayal etmiştim… Ne iyi oldu şimdi bu… Buralara kadar gelmemiz bir talihsizlik eseri, bunu daha niye sürdürelim, biz hemşire miyiz?  Niye gideceğiz?  Margarıt Hanım’a götüreceğimiz ‘geçmiş olsun’ çiçeği alırken yaptığım pazarlıkta karnım halen guruldamakta.

Akşam evde, bir gözüm televizyonda, bir gözüm enginar ve salatadan oluşan yemeğime iştahla bakan köpeğimizde. Aklımdan tuhaf bir şey geçti; Tanrı bile bir gün dinlenirken, ben niye yapamıyorum…

Sevgiyle kalın…