AŞK! Uzun zamandır bu konuda düşünmek ve belki de haddim olmayarak yazmak istiyordum. Haddim olmayarak diyorum çünkü insan kitlelerinin son derece cömertçe dillendirdikleri, ancak tanımlamaya gelince gerçek anlamda sınıfta kaldıkları bir olgu kimliği ile AŞK, ağır kaçan bir konu gibi gelir çoğumuza…
Kimine göre yaşamın vazgeçilmez dürtüsü, kimine göre yüreği derinden yakan bir ruh halidir… Herkes AŞKı kendi tecrübelerine göre yorumlar. Dolayısı ile sağlıklı, dört köşe bir tanımı yoktur. Merak ettim, sordum insanlara, AŞKı nasıl anlıyorlar diye, ancak tatmin edici bir yanıt aldım desem yalan olur. Ve şunu anladım: Kimse AŞKın ne olduğunu bilmediğine ve üzerinde çok konuşulan ve az yaşanan bir şey olduğuna göre tehlikeli, gizemli olsa gerektir.
Wikipedia şöyle diyor: “AŞK, kuvvetli sevgi ve bağlılık ile ilgili bir heyecan şeklidir. AŞK, değişik duygular, haller ve davranışları gerektirebilir. Anlamlarının değişik şekillerde kullanılıyor olması ve onu anlamlı kılan duyguların karmaşıklığı, AŞKın hep aynı şekilde tanımlanmasını engeller…”
Oysa insanın sakız misali diline doladığı bir sözcüktür bu… Uğruna şiirler yazdığı, dağları tepeleri aştığı, olanaksız görünen şeyleri yapmaya soyunduğu, mantığını, düşünce yeteneğini yitirdiği bir şeydir aşk. İçinde yoğun bir heyecan halini, engellenemez bir erişme arzusunu, içgüdüsel olarak nitelendirilebilecek vahşiye çalan duyguları, çekingenliği, yanlış anlaşılma ve fark edilmeme gibi derin korkuları, kıskançlığı barındırır. Dikkat edilmesi gereken bir duygudur… İnsana efendilik yapmaya, onu yönetmeye bayılır. Dolayısı ile terbiye edilmesi gereken deli fişek bir durumdur.
AŞKı terbiye eden onu yaşar: İçine romantizmi sokar, hayran bakmayı, imrenmeyi katar, onun yalın halini - belki de hayvansal demek gerekir - zenginleştirir, mekik gibi işler inceden inceye. Zarafeti serper üstüne, cinsellikle yoğurur usulca… Onu kırmamak için delice bir çaba harcar, çünkü onun kolaya bulunmayacağını anlamıştır uykusuz geçen uzun geceler boyunca.
AŞKı terbiye eden ona anlam katandır, şüphesiz.
Sabırsızlar da vardır elbette, AŞKı yaşanır kılan duygulara emek vermeyen. Mekanik bir yaşantı içinde, güzelliklerin parmaklarının arasından akıp gitmesine izin verirler nedense. Bencil midirler? Kendileri ile çok mu ilgilidirler? Bilemem! Ancak sanırım aptaldırlar. AŞKın keskin virajlı yollarında, mokasen ayakkabı ile buz dansı yaparlar adeta. Neyin, ne zaman, hangi kapalı kapının ardından çıkacağını bilemeden yaşarlar… Ya da yaşadıklarını sanırlar. AŞK ile dalga geçerler… AŞK da onlarla dalga geçer aslında. Aşık olduklarını, sevdalı olduklarını sanırlar. Ancak, son tahlilde, bunun öyle olmadığını anlarlar… Anlarlar anlamasına da, tüm hızıyla duvara toslayan araç misali, hurdaya dönerler. Nafile durumda, acırlar hallerine, çünkü neye ve niçin uğradıklarını anlamazlar bile.
AŞKın içinde hüzün vardır diyor bazıları… Ve hemen hemen tüm toplumların filozoflarını, edebiyatçılarını şahit gösteriyorlar. Evet, hüznü mercek altına almış birçok sanatçı vardır. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı’nın iflah olmaz AŞKları Türk halk edebiyatının olmazsa olmazları arasına girmemiş midir? Shakespeare, Romeo ile Juilette’te birbirine bir türlü kavuşamayanların acılı halini resmetmemiş midir? Corneille, Horace’da, eski Roma’yı sahne alarak. Düşman illerin birbirine aşık olan gençlerini tarifi olanaksız acılar içinde kıvrandırmamış mıdır? Nedeni ne olursa olsun kavuşamamanın veya ayrılığın özünde barınan hüzün, AŞK ile birleştiğinde etkileşim o denli sert ve acımasız oluyor ki…
Ancak, durup düşünelim! Hüzün gerçekten AŞKın içinde mi? Yoksa sevinç kadar eşit uzaklığında mı?