Filistin sorunu ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği

Prof. Dr. Örsan Kunter ÖYMEN Köşe Yazısı
9 Aralık 2009 Çarşamba

Türkiye-İsrail ilişkileri, Filistin sorunu ve Türkiye’nin bu sorunun çözümünde oynayabileceği rol, uzun yıllardır Türkiye dış politikasının temel unsurlarından birisini oluşturmaktadır. Türkiye’nin, kuruluşundan hemen sonra İsrail’i tanıyan ilk ülkelerden birisi olmasıyla başlayan Türkiye-İsrail ilişkileri, yıllar içerisinde inişli çıkışlı dönemlerden geçmiştir. Son olarak bu yıl, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında Davos’ta yaşanan diplomatik kriz, Türkiye-İsrail ilişkilerine gölge düşürmüştür. O zamandan beri de, hem Türkiye hem İsrail tarafından ortaya atılan bazı yumuşatıcı ve ılımlı sözlere rağmen, somut olarak ne gibi olumlu gelişmeler meydana gelmiştir, bu hala tam olarak belli değildir.
Erdoğan en son ABD ziyareti sırasında, 7 Aralık 2009 tarihinde yaptığı basın toplantısında, Türkiye-İsrail ilişkileri bağlamında, İsrail-Suriye ve İsrail-Filistin arasındaki sorunlara değinirken, Türkiye’nin bu konularda arabuluculuk yapmaya hala hazır olduğunu  hatırlatmıştır. Oysa Davos’ta Erdoğan’ın ortaya koyduğu tavır ve o tavrın arkasında yatan ideolojik ve politik duruşla bu arabuluculuk bundan sonra nasıl gerçekleşecektir, bu belli değildir. AKP camiasında ciddi bir politika değişikliği gerçekleşmeden İsrail’in böyle bir arabuluculuğu kabul etme olasılığı oldukça düşüktür. İsrail bunu kabul etse bile, mevcut politik-ideolojik duruşla bu arabuluculuğun olumlu sonuç vermesi neredeyse olanaksızdır. 
Bu vesileyle Davos’ta olanlara tekrar geri dönmek, olanları hatırlamak ve olayları yorumlamak gerekir:
1)Erdoğan paneldeki ilk konuşmasında, İsrail yönetiminin hoşuna gitmeyecek şeyler söylemiş olsa da, bunu sesini yükseltmeden dile getirmiş, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ise buna karşılık olarak, zaman zaman sesini yükselterek, adeta Erdoğan’ı azarlayarak, orantısız bir tepki vermiştir. 2)Panelin moderatörü gazeteci-yazar David Ignatius, bu azarlanmaya yanıt vermek amacıyla söz hakkı isteyen Erdoğan’a söz vermeyerek, Erdoğan’ın söz hakkını neredeyse zorla almasından sonra da fiziki müdahaleyle Erdoğan’ın sözünü keserek beceriksizlik ve saygısızlık yapmıştır. 3)Erdoğan Peres’e yanıt verirken, “sen” biçiminde hitap ederek, arkasından “Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” biçiminde hakarete varan bir ifade kullanarak orantısızlığa yeni bir orantısızlık katmıştır.
ABD’de Barack Obama liderliğinde yeni bir yönetim iş başına gelmişken, yeni yönetim, ABD’nin Guantanamo’daki yasa dışı esir kampını kapatma kararı almışken, Irak’taki ABD işgaline 16 ay içinde son vereceğini açıklamışken, İran ve Suriye ile diyalog kurmaya açık olduğunu söylemişken, İsrail-Filistin sorununu çözmek için daha dengeli ve adil bir müzakere süreci işleteceğini ifade etmişken ve İsrail’in Gazze operasyonu sırasında sivillere verdiği zararı eleştirmişken, bu çerçevede Orta Doğu Özel Temsilcisi George J. Mitchell’i bölgeye göndermişken, üstelik Mitchell’in Türkiye ile de temas kurmasını sağlamışken, Erdoğan’ın Davos’ta Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olduğunu unutarak, sadece AKP Genel Başkanı gibi davranması büyük bir talihsizlik olmuştur.
Davos’taki krizin ortaya çıkmasında İsrail’in Gazze’deki operasyonu etkili olmuştur. Ancak bu operasyonun zamanlaması, sadece İsrail’deki seçimlerle, İsrail’in güneyinde füze tehditi altında fiziki ve psikolojik işkence çeken seçmenlerin oylarını almasıyla ilgili değil, Obama’nın ABD’de seçimi kazanmasıyla da ilgilidir. Obama’nın seçim kampanyasında, ABD’nin Orta Doğu politikasında yapacağını söylediği değişiklikleri not alan İsrail yönetimi, Obama yönetiminden gelebilecek baskıları bertaraf etmek için, Obama seçildikten sonra, ancak Obama göreve başlamadan önce, operasyonu başlatmış ve tamamlamıştır. Obama’nın iktidara gelmesi nedeniyle, o zamanki İsrail yönetiminin köşeye sıkışma olasılığı doğmuşken, Erdoğan’ın tavrı, kendisine Türk kamuoyunun bir kısmında geçici puanlar kazandırmış olsa da, Türkiye’nin ve Filistin’in çıkarları açısından olumlu bir sonuç doğurmamıştır.
İsrail yönetimi, yıllar önce Gazze’den askerlerini çektiği, oradaki Musevi yerleşim birimlerini iç muhalefete rağmen, polis zoruyla boşalttığı halde, HAMAS İsrail’e füze saldırılarını sürdürmüş, İsrail de buna yanıt vermek amacıyla bu operasyonu gerçekleştirmiştir. İsrail’in var olma hakkını tanımayan, İsrail’in haritadan silinmesi için mücadele eden, İsrail’in Birleşmiş Milletler ve uluslararası hukuk tarafından tanınan sınırlarını bile tanımayan ve politikalarını anti-semitizm üzerine kuran köktendinci, HAMAS örgütünün, seçimle iktidara gelmiş olsa bile, savunulacak bir yanı yoktur. Ancak İsrail’in bu örgüte karşı bir operasyon sırasında, kadın, çocuk, yüzlerce sivilin ölümüne neden olmasının da savunulacak hiçbir yönü yoktur. İsrail-Filistin barışına geçmişte büyük katkılar sağlayan ve Nobel Barış Ödülü alan Peres’in, İsrail Başbakanı Olmert ve yardımcılarının neden olduğu bu katliama sahip çıkarcasına, bu uygulamayı körü körüne savunması, büyük bir talihsizlik olmuştur. İsrail gibi güçlü istihbarat bilgilerine ve askeri becerilere sahip olan bir ülke, HAMAS’ın roket cephaneliklerinin nerede olduğunu tesbit edebilir, Gazze’ye sokacağı özel eğitilmiş timlerle hem bu cephanelikleri hem de İsrail’e yönelik saldırı gerçekleştiren teröristleri, yüzlerce sivili katletmeden, önemli bir ölçüde etkisiz hale getirebilirdi. Bunun da ötesinde, mesele sadece Gazze ile sınırlı da değildir. İsrail işgal ettiği Batı Şeria’daki topraklardan çekilmedikçe, işgal altındaki topraklardaki Musevi yerleşim birimlerini durdurmadıkça ve mevcut yerleşim birimlerini  kendi yasal sınırlarına taşımadıkça, bağımsız Filistin devletini tam ve açık olarak tanımadıkça, İsrail-Filistin sorununun çözülme ve İsrail’in barış içinde yaşama olasılığı yoktur. İsrail’in artık anlaması gereken konu budur.
Ancak tüm bunlara rağmen, Erdoğan’ın Davos’taki çıkışını, mazlumların yanında yer almanın, uluslararası adalete sahip çıkmanın, Türkiye’nin onurunu kurtarmanın bir göstergesi olarak algılamak da doğru değildir. Erdoğan bu durumu, yerel seçimlerden önce bir iç politika malzemesi olarak kullanmıştır. Erdoğan mazlumların hakkına ve Türkiye’nin onuruna bu kadar düşkünse, Afrika gibi uzak bölgelerde her yıl katledilen on binlerce sivilden vazgeçtik, 2003 yılından beri sınırlarımızın dibinde, Irak’ta katledilen, bazı tahminlere göre 120 bin, bazı tahminlere göre 900 bin sivilin haklarına neden bu kadar ateşli bir biçimde sahip çıkmamıştır? Sivillerin öldürülmesine sahip çıkmadığı gibi, neden ABD’nin Irak’ı işgaline ses çıkartmamış, 1 Mart tezkeresini TBMM’ye getirerek, ABD’nin buradaki işgaline fiilen tam destek vermiş, ABD yönetiminin işbirlikçisi konumuna girmiştir? Erdoğan yeryüzündeki katliamlara karşı bu kadar duyarlıysa, Sudan’da soykırım uyguladığı iddiaları nedeniyle hakkında uluslararası tutuklama kararı olan Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’i neden Türkiye’ye davet etmiş ve “Ben Sudan’da bir soykırım tesbiti yapmadım; bir müslüman soykırım yapmaz” diyerek El-Beşir’in savunmasını üstlenmiştir?
Gerçekte “Ümmetçi Görüş” olan ancak adı “Milli Görüş” olarak takılan ve İslam dini üzerinden siyaset yapan oluşum için Filistin davası her zaman önemli olmuştur. Bu olgunun bir tetikleyicisi de, dini metinler üzerinden siyaset yapılması, bu metinler ile Filistin sorunu arasında paralellik kurulması, Musevilerle ilgili olumsuz yargılarda bulunulması, bunun zaman zaman Musevi düşmanlığına ve ırkçılığa kadar uzanması olmuştur. Erdoğan her ne kadar “Türkiye’de anti-semitizm yoktur” dese de, özellikle İslam dini üzerinden siyaset yapan kesimde, (bir zamanlar Hıristiyan dini üzerinden siyaset yapan kesimlerde de),  Musevilere sempatiyle bakılmadığı bir sır değildir. Ayrıca bu kesimin “Kudüs Gecesi” veya “Filistinle Dayanışma Gecesi” adı altında düzenlediği toplantıların, nasıl gösterilere dönüştüğünün birçok örneği de bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi de, 1997 yılında Sincan Belediyesi’nin düzenlediği ve tüm Türkiye’nin tepkisini toplayan “Kudüs Gecesi” idi.
Erdoğan Davos’taki konuşmasında, anti-semitizmin  insanlık suçu olduğunu ve HAMAS’ın da bazı yanlışlarını düzeltmesi gerektiğini söyleyerek isabetli bir iş yapmıştır. Ancak Erdoğan HAMAS’ın hangi yanlışlarını düzeltmesi gerektiğini ifade etmemiş, bu konuyu bir cümle ile geçiştirmiş, İsrail’in HAMAS’ı dışlamaması gerektiğini söylemiş, konuşmasının %99’unu İsrail yönetimini eleştirmeye ayırmıştır. Oysa HAMAS’ın yanlışlarının neler olduğunu daha açık bir biçimde anlatsaydı, HAMAS’ın avukatı gibi konuştuğuna dair bir izlenim ortaya çıkmaz, belki Peres de sesini yükseltmezdi. Türkiye’deki Musevi düşmanlığına gelince, Gazze’deki operasyonlardan sonra, daha önce, köktendinci terörün hedefi olan İstanbul’daki sinagogların, ağır tehditler altında varlıklarını sürdürmeye çalıştıklarını, bazı Musevi çocukların okulda karşılaştıkları baskı ve hakaretler karşısında okullarını bile değiştirmek zorunda kaldıklarını, İsrail yönetiminin yanlış politikalarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, hatta sivillere yönelik katliamları kınayan Türkiye’deki Musevi cemaatinin psikolojik baskı altında yaşamını sürdürmeye çalıştığını, konuyu yakından izleyen herkes bilmektedir. Erdoğan “Türkiye’de anti-semitizm yoktur, anti-semitizm bir insanlık suçudur” dese de, ona oy veren tabanın bir kesiminde anti-semitist bir yaklaşım olduğu son derece açıktır.
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Refah Partisi’nde Genel Başkan Yardımcısı olduğu dönemde, partinin dış ilişkilerini yürüttüğü ve bu çerçevede Hizbullah, HAMAS gibi radikal islamcı örgütlerle temas kurulmasını sağladığı, HAMAS liderlerinden Halid Meşal’in RP’nin kongrelerine davet edildiği ve bu kongrelere katıldığı, yine HAMAS’ın önde gelen liderlerinden Musa Ebu Marzuk’un RP’nin himayesinde sık sık Türkiye’ye geldiği, RP’li milletvekillerinin Sudan’ın dinci lideri Hasan El-Turabi’nin Hartum’da organize ettiği toplantılara katılarak HAMAS ve Hizbullah yetkilileri ile temaslar kurdukları, o dönemi yakından izleyenler tarafından bilinmektedir. Nitekim bunlar 1990’lı yıllarda gazetelere de yansımış olaylardı. Son olarak Gül’ün Dışişleri Bakanı sıfatıyla HAMAS liderleriyle görüşmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti tarihte ilk defa, amacına ulaşmak için terör yöntemine başvuran, attığı füzelerle ve intihar bombacısı eylemleriyle, yüzlerce sivilin ölümüne neden olan, ABD’nin ve AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan, köktendinci bir örgüt ile Dışişleri Bakanı düzeyinde temas kurmuş oldu.
HAMAS, laik bir siyaset izleyen, daha önce İsrail ile barış anlaşması imzalayan, ancak İsrail’in işgal altındaki topraklardan çekilmesi için mücadelesini sürdüren, yıllarca Yaser Arafat’ın liderliğinde çalışan ve siyaseten laik bir çizgi izleyen Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı bir alternatif olarak kurulmuş, İran ve kısmen Suriye tarafından desteklenen, Arap dünyasının da tam desteğini alamamış bir örgüttür. Arap dünyasının birinci derecede önemsediği ve öncelik verdiği Filistinli örgüt FKÖ’dür, HAMAS değildir. HAMAS’ın son seçimleri, FKÖ’nün kurucu dinamiği ve temeli olan Al-Fatah örgütüne karşı birkaç puan farkla kazanmış olması, bundan sonraki tüm seçimleri kazanacağı anlamına gelmez. AKP hükümeti en azından bundan sonra, HAMAS’tan ziyade laik ve ılımlı Filistinli parti, örgüt ve liderlerle ilişkilerini geliştirmeye ve onları ön plana çıkartmaya öncelik verse, hem Filistin halkına ve İsrail-Filistin barışına, hem de Türkiye’nin ulusal çıkarlarına daha fazla hizmet etmiş olur.

DOÇ. DR. ÖRSAN KUNTER ÖYMEN kimdir?
1965 yılında doğan Örsan K. Öymen, 1987 yılında ODTÜ Felsefe Bölümü’nü bitirdi. New York Üniversitesi’nde felsefe dalında yüksek lisans, ODTÜ’de ise yine aynı dalda doktora derecelerini aldı. Daha sonra çeşitli üniversitelerde felsefe öğretmenliği yapan Öymen, halen Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesidir. Öymen, aynı zamanda Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin kurucu üyesi ve yönetim kurulu başkanı.