“Şanslı hastayım” vesselam

Köşe Yazısı
11 Kasım 2009 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


Siz “şey” (bakınız geçen bölümler) olmuşsunuz teşhisinden sonra, refleks bir kararla İsrail de ‘şey’in ne kadar gerçek olduğuna bakmaya karar verdim. Neden İsrail? Akrabalar var (otel yok), kuzenler var (taksi yok), dostlar - tanıdıklar var (doğru kişilere ulaşmakta zorluk yok), ayrıca kuzenimin oğlunun bar-mitzvası var oraya da gideriz. (Bir taşla birden fazla kuş) Cuma sabah aldığım bu karar ile cumartesi aksamı İsrail’e ulaştık. Pazar sabah randevumuz var. “Kipur. Dur dediler, çalışmazlar dedilerse de biz doktordan aldığımız randevuya güvenerek uçağa atladık, bu kadar kısa sürede organize olup bana en uzman, en profesör, en batın bölgesi onkologu, ‘en’lere ulaşmamı, görüşmelerimi, randevularımı ayarlayan kayınpederime ve D.K. ailesine minnettarım.

İsrail’de uçak tekerleklerini yere kondurunca ‘adetten’dir derhal cep telefonları açılır. Ve eşe dosta sağ salim geldik, iyiyiz denir. Telefonlarını açmayanlar ayıplanır… Bizler Türk usulü, gümrük polisinin önüne gelene kadar bekledik veeee; teorik olarak ertesi sabah beni endoskopiye sokacak doktoru aradık “yarın Kipur, bir şey yapamayız, ama sabah seni otelde ziyarete gelirim. İlk muayene pazartesi demesi” bizleri şaşırttı, herhalde Kipur olduğunu yeni öğrenmiş olacak! Bunun üzerine ver elini Tel Aviv’in kıyı şeridindeki gözümüze kestirdiğimiz bir lokanta… Stres bazılarının iştahını keser (şanslı azınlık), bazılarının iştahını açar (şanssız çoğunluk). Bende ise “sürekli bir zihinsel açlık” yaratır. (Dipsiz kuyu sendromu) garsona “menüyü getir” dedim. Avrupa Yakası’ndaki Şahika usulü, ne varsa yiyeceğim.

Ertesi sabah -bahçesindeki çimenleri yeni biçmiş de, şimdi de denize gidiyor kılıklı- profesör ile lobi de görüştük, fil-inta delikanlı göbeğimi beğenmiş olacak ki, “bu bile ‘şey’in çok başında olduğunu gösterir” diyerek bizlere moral verdi. “Pazartesi görüşürüz” şeklinde sözleştik.

İsrail’de ilk defa ve de ilk defa ailemden uzak bir Kipur geçireceğim. Otelde Kipur yönetmeliği her odaya dağıtılmış. Tam bir sıkıyönetim hakim. “Sınırlı saatler içinde sınırlı mekânlarda ve sınırlı miktar ve çeşitte” yemek vereceklerini ilan ettiler. Temizlik işleri de sınırlı, yani kibarca “mümkünse evinize gidin” demeye getiriyorlar. Tavsiyelerine uyarak halamın evine gittik, zira tüm lokantalar, marketler, seyyar satıcılar, Kipur saati yaklaştıkça yavaş yavaş yok oluyorlar. TV kanalları yayınına son veriyor. Otobüsler, taksiler seferlerine son veriyor, özel araçlar ‘acil’ durumlar haricinde kullanılmıyor. Kısacası Kipur’da hayat duruyor… Yani hakikatten ‘özel’ bir ortam. Buraya kadar her şey hoş, güzel.

Hani insan bekliyor ki; hikâyenin bundan sonraki bölümünde; “oruç saati başladığında herkes sinagoglara giderek tüm Kipur boyunca duasını etmiş ve günün anlam ve önemine uygun şekilde davranmış” şeklinde bir senaryo ile devam etsin. Bugüne kadar kafamda canlandırdığım “kutsal Kipur” fotoğrafı altüst oluşunu şaşkınlıkla izledim... Ertesi sabah, sahil şeridinde biraz yürüyelim de vakit geçsin gibilerinden deniz kenarına gittim. Ben kendimi dini açıdan ‘light’ bilirdim. Buradakilerin sayesinde ciddi ciddi çok dindar bir kişi olduğuma inanacağım. Gördüğüm manzara şu: sahil şeridi dopdolu, her yaştan insan bir gece önceden sahildeki kumların üzerine çadırlar kurmuşlar, mangallar hazır, kimi hazır müzik dinliyor teybinden, kimi gitarını getirmiş, futbol, voleybol, mat kot, köpekle frizbi ve deniz… Ve kutsal aksesuar: bisiklet. Hani bizde Teşa Beav, “denize girmeme” bayramı olarak algılanır ve uygulanır ya, işte orada da Kipur=bisiklet bayramı. Sordum bu nasıl bir iş? Kipur’a yaklaşırken çocuklara yeni bisikletler alınırmış aileler, arkadaşlar, gruplar bisikletlerine binerlermiş ve o gün, tüm şehir içi ve şehirlerarası yollarda bir araba bile olmazmış her yerde bisiklet olurmuş. Bu günün özelliği bu imiş. Sordum; oruç? Dua? Grand pardon? ‘Güneydekiler’ herkes için yapıyormuş. Kısacası ‘fasona’ vermişler...

Ertesi gün, gecikmeli hastane randevumuza gittik. İş ciddi, umarım bu defa sonuçlar iyi çıkar yoksa “hiç bir şey” hakikaten “çok bir şey” olacak. 7 düvelin en bir endoskopici doktoru, az önce (Kipur’da binmiş olduğu) bisikletinden inmiş intibası veren kıyafetleri ile “benim için” özel olarak hastaneye geldi. (Bazıları Kipur’da çok yorulduklarından(!) ertesi gün de tatil alırlarmış) yeşil önlüğünü giydi, kimsin nesin filan falan, ne olduğunu anlamadan beni uyuttular. Uyandığımda bizleri odasına aldı, İstanbul’dan getirdiğimiz raporlara çok endişeli ve şaşkın ifade ile bakmaktaydı… Bir eli çenesinde, diğeri kafasını kaşımakta… Tam hapı yuttuk… Tam hayatım “film şeridi” olarak gözümün önünden geçmesi için 1. makarayı makineye takacaktım ki; “Siz niye buraya geldiniz anlamıyorum? Sizde hiç bir şey yok.” Ne yani?  Hiç mi bir ‘şey’im yok? Olur mu yaaa! Bana İstanbul’daki saygın hastanenin saygın doktoru ve en bir saygın (Nedendir bilmem sevdikçe sevesiiim geliyoooor şarkısını hatırladım birden) patoloji kliniği; bende kesin ‘şey’ var demişlerdi… “Noolucak şimdi” diye sordum. “İlk uçağa bin, ailenin yanına dön ve ne kadar şanslı olduğunu bir kez daha düşün…” Geçirdiğim ruhsal travmayı atlatmam için 3 profesör, 2 hastane ve 1 aya ihtiyacım oldu. Sonuçta “Baruh A Şem” hiç bir şeyim olmadığına kendimi inandırabildim. Şimdilerde, onu çöpe atmaya kalktığım için bana bir hayli darılan midemle, aramı düzeltmeye uğraşıyorum, umarım becerebilirim. Veeeee kısa süren bu “gereksiz macera” sırasında bir kez kere daha gördüm ki; dostlarım, çevrem, ailem “iyi ki varsınız, iyi ki birlikteyiz”

Editörüm affına sığınıyorum, biliyorum yerimi biraz aştım amma, tam bu noktada rahmetli Doktor Amcam Jozef Benbanaste’nin (nur içinde yatsın) bir gün bana söylediğini sizlere aktarmadan geçemeyeceğim: “Bak yeğen; iyi doktor yoktur… Şanslı hasta vardır…” demişti. Bilenler bilir, kendisi çok iyi bir doktor olduğundan, sanırım onun hastaları da tıpkı benim gibi hakikatten çok şanslıydılar…

Sevgiyle kalın.