Bizi kuşatan duvarlar

Köşe Yazısı
20 Mayıs 2009 Çarşamba

Biri süre önce gördüğüm bir resim, her nedense gözümün önüme geliyor:

Bir duvar resmi. Eski uygarlıklardan kalmış taşların arasında birkaç ot ve boynunu uzatmış kırmızı renkli bir çiçek... Toprağa, suya, bir başka deyişle beslenme kaynaklarına uzak olmasına karşın, yaşama direncin bir simgesi!.. Belki de tüm olumsuzluklara karşın bir umut!.. Doğa koşullarına olduğu kadar, ekonomik, sosyal ve siyasal baskılar karşısında direnen insanlar gibi... Bir resim, içinde yer alan bir imge, beni farklı düşüncelere sürükleyebiliyor.

Farkındayız ya da değiliz; ama bizi kuşatan, birbirinden farklı duvarlarla yaşantımızı sürdürüyoruz:

Alçak, yüksek, aşılmaz, görünmez duvarlarla...

Korunduğumuz, engellendiğimiz, sınırlandığımız, güvendiğimiz, ağladığımız duvarlarla...

İnsanları ayıran, aşağılayan, ölümüne neden olan utanç duvarlarıyla...

Gerçek veya simgesel duvarlarla...

Ya da Attilâ İlhan’ın deyişiyle, “dinleyen duyan düşünen duvarlar”la...

Kimi daha doğduğumuz anda çevremizde yer alıyorlar, kimini de yaşantımızın her döneminde kendi ellerimizle ağır ağır örüyoruz.

Yaşam tarzımız, geleneklerimiz, inançlarımız, bakış açılarımız, düşüncelerimiz bu duvarları alçaltıp yükseltirken, kimi zaman da onların sınırlarını yaşam alanlarımız içinde daraltıyor ya da genişletiyor.

Ama duvarlar hiç eksilmiyor!

İçimizden kimi, daha doğduğu andan başlayarak, ölünceye değin tüm yaşamını dört duvar arasında sürdürürken, kimi de kendini ne bir duvar ne de hiçbir ufuk çizgisiyle sınırlamayarak tüm yeryüzünü kucaklayabiliyor.

Her duvarın farklı işlevi kadar, ona yüklediğimiz anlam ve baktığımız açı önemlidir: Bir yanı korunma amacını ve güvenliliği öne çıkartırken, öte yanı aşılması güç bir engel oluşturabiliyor. Aynı şekilde bir başka duvarın bir yanı tutukluluğun, diğer yanı ise özgürlüğün alanını gösterebiliyor.

Ünlü yazar Ursula K. LeGuin’in şu sözleri üstünde düşünmeğe değer:

“Bir duvar vardı. (...) Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı. Bütün duvarlar gibi iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yönünden baktığımıza bağlıydı.”

Tüm duvarlar iki yüzlüdür, ama içlerinden kimi de ikiyüzlü! Güvensiz, güvenilmez, korunaksız... Sırtımızı dayadığımız anda yıkılabilir, altında kalabiliriz... Ama önemli olan bizim LeGuin’in söylediği gibi hangi yönünden baktığımız kadar, onun hangi tarafında bulunduğumuzdur!

Attilâ İlhan’ın sesi kulaklarımda: “ben bir duvarım hiç güneş görmemiş / sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar”

Duvar resmi yine gözlerimin önünde...

Kırmızı renkli bir çiçek, yüzyılların aşındırdığı taşların arasından boynunu uzatmış.

Umarım bu çiçek, sürekli gözyaşlarıyla beslenerek yaşamını sürdürüyor olmasın!