“Hoşgörü değil eşit vatandaş”

Cumhurbaşkanı Gül’ün; “Ben neysem Musevi vatandaşlarımız da o” ve Başbakan Erdoğan’ın; “Bizim iktidarımızda Yahudi düşmanlığı olamaz. Her birey Anayasa ve yasalar karşısında aynı haklara sahip ve TC vatandaşıdır” yönünde geçen hafta basında yer alan açıklamalar karmaşık duygular içinde olan Türk Yahudilerini rahatlattı.

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
11 Şubat 2009 Çarşamba

Hoşgörü kelimesinin Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki anlamına baktığımızda şöyle yazıyor: “Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görünme durumu, müsamaha, tolerans”.

İnternete girince Vikipedi’de daha doyurucu bir tanım ile karşılaşıyoruz. “Hoşgörü, müsamaha, tahammül, katlanma, görmezden gelme veya göz yumma, başkalarını eylem ve yargılarında serbest bırakma, kendi görüşümüze ve çoğunluğun görüş biçimine aykırı düşen görüşlere sabırla, hem de yan tutmadan katlanma demektir.”

Sosyal ilişkilerde hoşgörü, bir tarafın, bazen farkında ve kasıtlı olmayarak, bazen de kasıtla diğer tarafa maddi/manevi zarar verebilecek bir durum yaratması halinde, diğer tarafın bunu görmezden gelerek ödün vermek tahammülünü, erdemini gösterebilmesidir. Tasavvuf’ta Mevlana hoşgörü’ye en güzel örnektir. Hoşgörülü olmak insanlarla ilişki kurmanın en iyi yoludur.

Yunus Emre şöyle der: “İnsanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Mademki insanoğlu ruh yönüyle Allah’tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar.”

Ne var ki, güncel yaşamda bile hoşgörünün sınırı vardır ve karşımızdakinin doğru bulmadığımız tutum ve davranışlarına her zaman ‘katlanma’ veya ‘göz yumma’ durumunda kalmayabiliriz. Hatta kimi zaman en yakınımızı, kardeş bildiğimizi bile eleştirmek, yanlışlarını göstermek, onu doğru yola sevk etmek daha da erdemli bir davranış sayılabilir. Hoşgörü ile dalkavukluğun sınırını, aradaki ince çizgiyi ayırabilmemiz gerekir.

Kimi zaman, karşımızdaki insanın onaylamadığımız söylem ve davranışlarını, ona olan sosyal ya da ekonomik bağımlılığımız nedeni ile ‘hoş görür’ görünürüz. Tabi ki bu yaklaşımı hoşgörü şeklinde değil, “yapay hoşgörü” olarak tanımlamak da mümkündür. Daha geniş bir bakış açısından konuyu irdelersek, totaliter yönetimlerle yönetilen ülkelerde, söylem ve davranışları sindirilmiş bireyler korku nedeniyle hoş görmekten çok, hoş görünmek zorundadırlar. Günümüzün İran Yahudi cemaatinin söylemlerinde bu tavır açıkça gözlemlenmektedir. “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” der Roland Barthes.

Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya’nın 2 Şubat günü Milliyet Gazetesi’nde manşetten yayınlanan söyleşisi pek çok yönü ile önem taşımakla birlikte, özellikle “Hoşgörü” kavramına yaklaşımını; “Hoşgörü 500 yıl önceydi, artık hepimiz Türküz ve eşitiz” sözleri ile ortaya koyması kanımca bir milat oluşturmaktadır. 

Daha eskilerde benzer görüşler kimimizce de dile getirildi. Ancak hiçbir zaman cemaat başkanının açıklamaları kadar çarpıcı ve açık bir ifade ile kamuoyuna yansımadı. Söyleşinin konu ile ilgili bölümü aktarmak istiyorum:

“Jak Kamhi’nin kurucu başkanı olduğu 500. Yıl Vakfı’nın 1992’de yaptığı bazı açıklamalar bile cemaatimizi rahatsız etmişti. Belki sempatik bir yaklaşımdı, ama ‘Türk devletine hoşgörü için şükran’ lafı incitti bizi. Elbette 1492’deki Türkler Yahudilere büyük hoşgörü gösterdi ve Yahudiler elbette buna şükran duyuyor. Ama bu 1492 yılı için geçerliydi, bugün için artık geçerli değil. Ben bugün hoşgörü istemiyorum. Burası benim vatanımsa kim, niye bana hoşgörü göstersin ki? Siz de aynı hakka sahipsiniz, ben de aynı hakka sahibim”.

Evet, biz Türk Yahudileri olarak eşit haklara sahip vatandaşlarız ve varlığımıza kimsenin müsamaha göstermesi, katlanması gerekmiyor. Ne var ki yanlış ifadeler zamanla klişeleşip sanki doğru söylemlermiş gibi karşımıza çıkmakta ve herkes tarafından bir art niyet gözetilmeksizin benimsenmektedir.

Kendimizi doğru tanıtmak, bu ülkenin bir yabancısı değil de eşit haklara sahip bir vatandaşı olduğumuzu altını çize çize vurgulamak istiyorsak, ilkin işe doğru retorikler kullanmakla başlamalıyız. Cemaat başkanımızın söylemini bu yönde atılmış bir ilk adım olarak değil ancak en güçlü adım olarak nitelendiriyorum.