Sahne senin İstanbul, heyecanlı mısın?

Köşe Yazısı
17 Aralık 2008 Çarşamba

David Ojalvo


Mecidiyeköy’de yokuşlu bir sokaktayım Aralık’ın oldukça sıcak bir gününde.  Sağımda ise bir zamanlar otobüs garajının yer aldığı alanda bir “tower” yükselirken, sol yanımda eski evler daha küçük görünüyor. Güneş, inşaatın arkasında kalmış. Havadaki ince toz bulutu, bir sis perdesini andırıyor. E5’den gelen gürültü, belli belirsiz bir uğultuya dönüşüyor. İçimdeki duyguları tanımlamakta zorlanıyorum. Gökdelen ve eski mahalle yan yana; ama ben ikisinin arasında durmuyorum, durduğumu hissetmiyorum… Bir sıkışmışlığın içindeyim olsa olsa…

2010’da İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazırlanıyor ve slogan reklâm panolarında: Sahne senin İstanbul. 

12 milyon nüfuslu şehirdeki sakinlerden biriyim. İstanbul'u, Doğu ve Batı arasındaki o köprüyü yaşıyor, görüyorum. Bir de soruyorum:

Batı, yükselmekte olan o gökdelenler mi veya Doğu, o eski mahalle mi? Sakinleri olarak bu köprünün neresindeyiz? Nasıl bir köprüdeyiz? İstanbul’un, bir kültür başkenti olabilmek adına gücü ne? Kendinizi 2010 sürecinin bir parçası olarak hissebiliyor musunuz?

***

İnsan, mutluluğu ve huzuru yakalayabilme yolunda, yaşadığı mekânla barışık olmak ister. Bu nedenle evi önemlidir. Evinin yer aldığı semt, kat ettiği sokaklar da…

İstanbul'a bakmak, benim için biraz da aynaya bakmak gibidir. Aynada  çirkinliklerimizi mümkün olduğunca görmemek, özgüvenimizi pekiştirerek ayrılmak isteriz onun karşısından. İstanbul'u da iyi algılamak isteriz bu doğrultuda. Maddi ve manevi olarak yaşadığımız şehri, varlığımızla barışık tutabilmek en doğal hakkımız.

Kültür, insanın ve dolayısıyla şehirlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Şehirli olmanın espirilerinden biri de bu değil mi? Kültürü talep etmek. Kültür kaygısı duyan bireylere nefes verebilmelidir şehirler. Kültürel etkinliklerdir bir şehri taçlandıran. Örneğin Paris’in, New York’un, Viyana ve Roma’nın neden bu kadar çekici olduğunu düşündünüz mü? Cevabın içinde elbette turistik mekânlar, mimari yapılar da var; ama anahtar kelime “kültür”dür. Tiyatrodan sergilere, festivallerden konserlere… Hatta kafeler de; çünkü, romanlarda kalmadığını varsayıyorum, entelektüel sohbetlerin ev sahibidir kafeler...

***

2010'na doğru çeşitli projeler, tartışmalar ve kanaatimce bir heyecansızlık içinde ilerliyoruz. Gerçek kaygı sahiden kültür mü? Sürekli tüketim anlayışına itilen, zorlanan toplumumuzda sahici bir talep var mı?

Hissettiğimi açıkça ifade etmek isterim: 2010 süreci içimi ısıtmıyor. Şehirler, seçilmekle kültür başkenti yapılabilir mi? Yanıtım; ancak insanı talep eder, sanatçısı kollanır, toplumun tabanına yayılan bir anlayışla olabilir belki. O zaman kimse şehrinizi seçmez, o öncü bir rol üstlenir.

İstanbul’u çok seviyorum; ama bu sevgi daha çok içimdeki İstanbul’dan güç alıyor. Aynaya baktığımda, o İstanbul’u görmeyi tercih ediyorum hep. 2010 bana bir zorlamadan daha fazlasını ifade edemiyor. Yaklaşık 1 yıl sonra bir kültür başkentinde değil, yine İstanbul'da yaşıyor olacağımı sezinliyorum.

***

Biz sakinleri için sahne hep İstanbul, sahne hep onun. Ama sahne dediğiniz kuru kuru bir gösteri alanı değildir. Işıktır, sestir, kostümdür, perdedir, sanatçıdır, izleyicidir.

İstanbul çok sesli bir şehir, kostümleri rengârenk. Doğal dekoru, dokusu yok edilirken soğuk bir metropole dönüşmeye direniyoruz. Sahne arkası, kulisi karmakarışık.

Doğal bir süreçten çok, zorla hazırlanmaya çalışılıyor İstanbul. Doğu, Batı veya başkent gibi kelimeleri de aşan, geleceğe doğru bir köprü olabilmesini çok isterdim bu şehrin… Altından akan suların, çağdaş medeniyet seviyesini yükseltmesini...

***

Sahne senin İstanbul. Eski bir mahalle ve gökdelenin arasından izliyorum seni. Bu oyunun izleyicilerinden biri olarak 2010'u anlamaya çalışıyorum... Varsa heyecanını yaşayabilmek, seni daha  çok sevebilmek için...