Savaşlar nasıl başlar

Avram VENTURA Köşe Yazısı
26 Kasım 2008 Çarşamba

- İnsanlar niçin kavga eder?

- Toplumlar arasında çatışmalar neden çıkar?

- Savaşlar nasıl başlar?

İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana süregelen bu olaylar, her dönemde toplumbilimciler tarafından inceleniş, tüm bilimsel veriler her yönüyle ortaya konmuştur. İnsanoğlunun bu en zayıf yanını bilmemize karşın bunu çözümlemekten, yaşamımızı karartan bu olumsuzluk ortamından sıyrılmak için çaba harcamaktan, ne yazık ki uzak kalmaktayız. Sanki bu bireysel kavgalar, toplumsal çatışmalar, büyük savaşlar ilk insandan bu yana genlerimize kazınmış, ne denli istiyor görünsek de, bunlardan bir türlü kurtulamıyoruz. Bu konuda Habil ve Kabil’in öyküsü, saldırgan yönümüzün ilk örneği olarak Kutsal Kitaplarda ayrıntılı olarak yer alıyor. Binlerce yıldır ne bu öyküden ne de yaşanan acılardan, insanlık gereken dersi alamadığına göre, gelecek için umut beslemek de giderek zorlaşıyor.

İçinizi daha çok karartmadan konuya bir öyküyle yaklaşalım:

Oğlan, “Baba savaşlar nasıl başlıyor?” diye sormuş.

“Bak oğlum,” diye söze başlamış. “Diyelim Amerika, İngiltere ile kavgaya tutuşsun...”

Anne hemen söze karışmış:

- Amerika İngiltere ile kavga etmiyor!

Baba söze karışılmasından sıkılarak,

- “Kim öyle olduğunu söylüyor ki?” diye çıkışmış. ”Ben yalnızca çocuğa varsayımsal bir durumdan söz ediyorum.”

Anne yüksek sesle söylenmeyi sürdürür:

- Komik! Onun kafasına her türden yanlış düşünceler yerleştiriyorsun.

- “Komik olan bir şey yok!” diye karşılık vermiş Baba. “Eğer seni dinlerse çocuğun kafasında asla bir fikir oluşmayacak!”

Nerdeyse karşılıklı tabak fırlatma aşamasına yaklaşılırken, oğlan söze girmiş:

- Anne, Baba ikiniz de sağ olun! Bir daha asla savaşların nasıl başladığını sormak zorunda kalmayacağım.

Gerçekten de sormaya hiç gerek kalmıyor!

Yakın çevremizde yaşanan örneklerden, okuduğumuz kitaplardan, kitle iletişim araçlarından yeterince bilgileniyoruz. Öyle ki, söz savaşlara gelinceye kadar kavgaların nasıl başladığı sorulsa, değişik gerekçeleri bir yana bırakarak, kısaca şöyle bir yanıt verebiliriz:

Düşünce farklılıkları, çıkar çatışmaları, hoşgörüsüzlük...

Bu çok yalın görünen, ancak yalnız kimi insanları değil, tüm insanlığın yazgısını etkileyebilecek bu kavramların içini isteğimiz gibi doldurabiliriz. Bunlardan her birinin, hemen söndürülebilecek birer kıvılcımken, üzülerek söylemek gerekir ki, duyarsız yaklaşımlarımız ya da bireysel çıkarlarımız doğrultusunda bir yangına dönüşmesini izliyoruz.

Ne yazık ki aydınların çığlığı, söz karmaşası içinde boğulmaktadır!