Post modern gece muhtırasıyla başlayan geriye gidişlerim devam ediyor nedense. Boğaziçi Üniversitesi`nde `solcu` ve de `sosyete` kantinleri arasında kimlik bunalımı yaşarken ilk `sevgilimi` nasıl da ıskaladığımı düşünüyorum hüzünle ama gururla... Yoksa sevgilinin makbul olanı seni baştan yaratan mıdır?
Geceyarısını bir hayli geçmişti. Arabamda sakin sakin uyumakta olan İstanbulu seyrederken radyoda çalan parça yine 1980lere götürmüştü beni. Hani, meşhur 19 Nisan 2007 post modern gece muhtırası beynimi 27 sene öncesine götürdüğü gibi yine bir gençlik günlerine dönüşü yaşıyordum. Zira radyodaki pop şarkı, üniversite yıllarımda tek kanallı TRT3- FM Radyosunun gece saat 1den itibaren ölüm sessizliğine veya cızırtasına dönüştüğü gecelerde sürekli çalan sevgiliye özlem parçasıydı.
Ve birden bu şarkıyla beraber Türkiyenin nereden nereye geldiğini düşündüm. Tek kanallı ve gecenin bir saatinden sonra sessizliğe düşen FMden, onlarca belki de yüzlerce çeşit çeşit radyo yayının 24 saat arz-ı endam ettiği günümüz FM kanalını düşündüm...
Kırmızı ışıklı odamda sabahlara kadar fizik veya kimya gibi dünyevi meselelere daldığımda gece yarısından sonra, radyo yayını bitince, tek arkadaşım, hani şimdilerde kimsenin yüzüne bile bakmadığı müzik kasetlerinde bulunan klasik müzikti. Hayatımın en güzel yıllarını geçirdiğim Boğaziçi Üniversitesi aydınlığı, yeşilliği ve masmavi Boğaz görüntüsü ile, damları bile siyah olan Saint Benoitden sonra cennet gibi gelmişti. Üniversiteye ilk adım attığım yıl, sosyete kantini ile, sürekli kahrolsun faşizm bağırtılarının hiç eksik olmadığı solcu kahve arasında nereye gideceğini şaşıran bir özgürlük sarhoşuna dönüşmüştüm. Zülfü Livanelinin Karlı Kayın Ormanındayı ezbere söylerken aynı zamanda Pink Floydun we dont need no education protest şarkısı ile iyice kimlik bunalımına giriyordum. Cumhuriyet gazetesini elinden düşürmeyen, hep ilerici takılan, ama son tahlilde hep apolitik tavır almış, anne baba sözü dinleyen uslu bir gençtim.
Ve sonra, 1980 Eylül darbesiyle hepimiz evlerimize geri dönmüştük! Özgürlük bu kadardı. Üniversitedeki kahveler bile standartlaşmıştı. Hergün onlarca gencin öldürüldüğü bir ülkede basiretsiz siyasetçiler yüzünden askeri alkışlıyorduk.
Zira onlarla birlikte sokak katliamları bitmiş, insanlar dışarıda daha güvenli yürüyorlardı. Buradaki çelişkiyi Avrupalı anlayamazdı, bugün de anlamadıkları gibi bazı şeyleri!
Darbe sözcüğü genelde faşizm ile irtibatlandırılır, haklı olarak ama bizde olanlar hem 1980de hem de bugün biraz farklıydı. O gün yaşama ölmeme- özgürlüğünü bugün ise de gönlünce soluk almayı destekleyen müdahalelerdi belki de, tarih en doğrusunu yazacaksa da...
Lakin, 1980 darbesinin gençliği düşünsel ve entelektüel anlamda geriye götürdüğünü, herşeyden önce siyasetten kopuk ve duyarsız bir nesil yetiştirdiğini söylemek pek yanlış sayılabilir mi? Bugünkü büyük mitingler aslında 27 sene sonra ilk kez, örgütsüz bireylerin siyasete karışmalarının da habercisi miydi yoksa? Korkular mı yoksa gençleri siyasi tavır almaya itiyordu?...
Arabamdaki radyo nostalji yaratma konusunda ısrarlı davranıyordu İstanbulun sessiz ve karanlık caddelerinde... İnsanın, neden geçmişini hatırladığında benliğini burukluk hissi kaplar acaba? Iskalanmışlık duygusu mu? Yoksa geçmişe özlem mi, yani şimdinin tatminsizliği mi?
Bilemiyorum. Onu da benim tarihim yazacak.
Radyoda bu kez Sadenin smooth operatorı çalarken yine 1980 darbesi günlerinde kapımı çalan ama nedense kapıyı açamadığımdan hiçbir zaman göremediğim sevgilimi düşündüm. Atilla Dorsayın Cumhuriyette çıkan yabancılaşma yazısına ben de yabancılaşıyorum bu topluma başlığı ile gönderdiğim cevap yazısının gazetede aynen çıktığını duyduğumda yazımı görememenin büyük hüznünü yaşamıştım. Zira gazete o zamanlar kapatılmış ve arşivine bile ulaşmak mümkün olmamıştı.
Böylelikle ilk gerçek sevgilimi hiçbir zaman göremedim ve göremeyecektim de... Ama ilginçtir, ıskalanmış sevgili, o gün, 20 yaşımda beni yazar yapmaya itmişti. Yoksa sevgilinin makbul olanı seni baştan yaratan mıdır acaba?
Velhasıl, geceyarısı gel-gitleri, sessizliğin içinde yüreğinizin derinliklerinde hüzünlü ama anlamlı çığlıklar yaratıyordu.
Marcel Proustun, bisküit kokusuyla geçmişine nasıl ve neden döndüğünü, bu kez radyodaki parça zihnimi gerilere götürdüğü an daha iyi anladım...
1980 ile 2007 Türkiyesi arasında dağlar kadar fark olduğunu inkâr edecek kadar karamsarlık denizinde boğulmuyorum.
Lakin, sorarım size, insanın kendisinde bir fark olduğunu iddia edebilir misiniz?
İnsanın kendini yeniden yaratması için, ötekiyi daha iyi anlaması için ne yapması lâzım?
Yoksa, yoksa herkesin görünmez sevgiliye mi ihtiyacı var?