Milli takim üzerine tespitler

- Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Euro 2008 elemelerinde Moldova ile berabere kaldıktan sonra, (Mart ayında Atina’da elde ettiğimiz 4- 1’lik galibiyetin aşıladığı umutlarla çıktığımız) Yunanistan karşılaşmasında da maalesef hanemize puan yazdırma başarısı gösteremedik. Son düdük çaldıktan sonra, Ali Sami Yen Stadyumu’nda son Avrupa Şampiyonu Yunanistan’ın önümüzdeki yaz ki  elemelerde yer almayı garantilemesi nedeniyle yaşadığı sevinci izlemek durumunda kaldık.
Daha önce kendisine yöneltilen eleştirilere; “ders almam, ders veririm” diye cevap veren Teknik Direktörümüz Fatih Terim, sadece bir galibiyet çıkardığımız son altı maçlık seriden ders çıkarıp Norveç deplasmanından galibiyetle dönmek durumunda artık.
Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kaldırmasının ve 2002 Dünya Kupası’nda Milli Takım’ın elde ettiği üçüncülük başarısının ardından, iki büyük organizasyona katılamayışımıza iyi başladığımız Euro 2008 elemelerinde şampiyona şansımızı bu denli zora sokuşumuzu eklediğimizde önemli gerçeklerin altını çizme gerekliliğiyle karşı karşıya kalıyoruz. 
En bariz gerçek şudur ki; futbolumuzun şaha kalktığı 1995 sonrası dönemde elde ettiğimiz başarılar bizi geleceğe yatırım yapmaktan çok, zafer sarhoşluğu yaşamaya itmiştir. Maalesef bu başarıları daha ileriye taşımak adına, yatırım yapamadık. Bize bu başarıları yaşatan nesil ile  (Tamam, Türkiye’nin futbolunu geliştirmediğini iddia etmek yanlış olur ama yine de 7 senelik döneme sığan başarılar bir neslin başarısıdır), gelecek vaat eden gençleri nasıl bir araya getiririz ve ne şekilde bu nesil başarısını bir futbol kültürü yaratma yolunda geliştiririz diye düşünmedik. Tersine, kişilere kafayı taktık. Klasik hastalığımız gereği dün vezir ilan ettiğimizi bugün rezil ettik. Yaşadığımız başarıların, futbol endüstrisine ayırdığımız yüklü miktarların ve dolayısıyla ligimize önemli futbolcular ithal edebilmemizin de etkisiyle domestik futbol arenamızı gözümüzde fazla büyüttük. “Yıldız” rütbesini bol keseden dağıttığımız için yerli oyuncularımızın gelişimlerini erken safhalarda durdurduk.
Sonuç ne mi? Sahaya bakmak yeterli. Yanında hala Okan ve Suat’ı arayan Emre Belözoğlu... Van Hoijdoonk, Alex gibi oyuncuların varlığıyla eksiklerini kapatan, artı yönlerini ön plana çıkaran ancak ilk Avrupa macerasında yıldız olmanın buralarda olduğu kadar kolay olmadığını fark ederek güven kaybına uğrayan Tuncay Şanlı... Kendini henüz Denizlispor günlerinde yıldız ilan eden, keşki kendine güvendiği kadar eksik noktalarını da görebilse dedirten Servet Çetin... Ve diğerleri... Kendilerini geliştirmeyi, hiçbir gün “oldum” dememeyi sahip oldukları futbol kültürleri gereği görev edinmiş Mehmet Aurelio ve Hamit Altıntop’u ayırmamız gerekiyor.
Bizim sorunumuz yıldız etiketini anında yapıştırmaktan geri kalmazken asıl olarak gelişkin görev adamları yetiştirmeyi pas geçmemiz. İbrahim Üzülmez’i Carlos’la karşılaştırmanın –dolayısıyla kendisinin bunu dert edinmesinin-  gereksizliğini fark edip ortalamanın üzerinde savunma yapmayı başarabilen, 80 metre depar atmasını beklemediğimiz ama orta yapma başarısını gösterebilen bekler yetiştirmekten bahsediyoruz.
Ve son tespitimiz de çalıştırıcılarımızın belki de basının etkisiyle kafayı dizilişe, kimin oynadığına ve tabİi ki kimin oynamadığına fazla kafayı takmaları, bunu yaparken de rakip analizini, saha içindeki taktiksel detayları (korner, kontraatak, kenar uygulamaları, vs.) ve futbolcular arasında geliştirilmesi gereken uyumu es geçiyor olmaları.
Kabul, Mehmet Topuz, Gökdeniz Karadeniz, Arda Turan, vs. Moldova’daki muadillerinden daha kaliteli oyuncular... Ama hayatlarında en fazla dört beş kez bir arada oynamış olan bu oyuncuların balansını ayarlamazsak, karşımızdaki takımın neyi iyi yaptığını, neyi kötü yaptığını Moldova’yla bile oynasak tüm oyunculara tek tek ezberletmezsek düşük olan yenememe ihtimalimizi de arttırmış oluruz. Procter&Gamble’ın CEO’sunun pazar payı sadece yüzde 3 olan rakibini ciddiye almaması, analiz etmemesi ve o yüzde 3’lük pazar payının nedenleri üzerine kafa yormaması (veya altında çalışanları bu analiz doğrultusunda yönetmemesi) düşünülemez bir davranıştır. Terim de Milli Takım’ın CEO’su ise Moldovalı Frunza’nın neler yapabileceğini Servet’e, Yunanistan Kaptanı Karagounis’in zayıf noktalarını Aurelio’ya anlatmak durumundadır. Eskiden oynamaya değil de bozmaya çalışan bir takımken şu anki hocamız Terim de, Mustafa Denizli de önceliği kimlerin oynayacağına değil bu konulara verirlerdi. Ancak kazandığımız başarıların ardından iş “onlar bizden korksun” gibi çağ dışı bir düşünceye vardırılınca maalesef futbolun vazgeçilmezi olan bu yönetim biçimini arka planda bıraktık.
Futbol bir endüstriyse bu endüstrinin üst düzey çalışanları da kaybı önlemek için  verebilecekleri maksimum eforu harcamak durumundalar. Ve futbolu yönetenler de artık 1980’lerin yöentici kimliğinden sıyrılıp analizler üzerine kafa yormalı, kavgaları bırakıp bir futbol kültürü oluşturma yönünde adımlar atmalılar.
Bitirirken... Lincoln’u ay yıldızlı formayla hayal etmek güzel gelebilir. Ama yine günü kurtarmaya çalıştığımızın belgesidir bunu tartışmak... 11 mevkiye 11 tane Hamit yetiştirmeyi başarabildiğimiz gün “yıldız” arayışlarının boş olduğunun farkına varacağız.