Paradoks

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Burgaz’dan Büyükada’ya doğru usulca ilerleyen vapurun pek sevdiğim arka açık güvertesinde, o günkü mesaisini tamamlamak üzere olan güneş ile tatlı tatlı esen rüzgarın hissettirdiği güzelliği tam yaşamaya başlamıştım ki, karşımda oturan hafif göbekli adam, ayakkabılarını çıkarttı. Uzunca bir zamandır cilalanmaktan nasibini almadığı görülen mokasen ayakkabıların arkası, adamın topuklarının altında ezilmiş, şekil değiştirmişti adeta…
Adam çorapsız ayaklarından birini itina ile altına aldı, diğerini kendine doğru çekti. Etrafına muzaffer bir komutan edasıyla şöyle bir baktı. Gelen tepkilerin ne olduğunu mu anlamaya çalışıyordu, yoksa, kendini evinde hissetmenin rehaveti içinde miydi bilemiyorum. Aslında şaşıracak bir şey olmamalıydı ortada. Avrupa’da, örneğin Almanya veya Fransa’da, naralar atarak trenlere binenlere, veya oturdukları koltukları bıçaklarla yontanlara rastlamak mümkündü pekala…
Dolayısı ile karşımdaki kişinin hareketini doğal saymaya çalıştım… Bu kez yanında oturan ve oğlu olduğunu tahmin ettiğim pis bıyıklı genç elinde tuttuğu, boşalmış kraker paketini ne yapacağını sorar bakışlarla babasına baktı. Hafif göbekli adam başı ile denizi işaret etti… Oğlu hiç tereddüt etmedi ve boş paket dosdoğru denize uçtu… Daha doğrusu uçacaktı ama ne adam ve ne de oğlu rüzgarın yarattığı sapmayı hesaplamak bir yana, düşünebilecek bir yapıya sahip değildiler. Boş paket, alt güvertede, kenarda oturan ve muhtemelen deniz havası almaktan hoşnut, kim bilir o anda ne rüyalara dalmış bir hanımın tam da yüzüne yumuşak iniş yaptı. Aşağıdan yukarı sinirli bazı sesler yükseldi. Etraftaki insanlar kesik ve ayıp Ama ne gam! Ne ayağını altına almış, adeta yarattığı dünyayı diğerleri ile paylaşmaktan imtina eder bir görüntü sergilemekte olan hafif göbekli adam, ne de pis bıyıklı oğlu oralı olmadılar… Zaten olsalardı şaşardım…
Geçen sene bu zamanlarda, Salacak’tan Sarayburnu’na bakan kıyı şeridinde, hafif şişman adam gibilerin, yine güneşin yatmaya hazırlandığı sıralarda, yaptıkları “ayçekirdeği keyfini” ve arkalarında bıraktıkları pislikleri konu ettiğimi hatırlıyorum…  Sıkışık trafikte şerit değiştirmeyi adet haline getirenler ; kırmızı ışıkta duran araçları kornaları ile taciz edenler; emniyet şeridinden gitmekte hiçbir sakınca görmeyenler, hep aynı adamlar…  Pikniklerde mangal ateşi yakarak ormanları göz göre göre yok edenler; daracık yollarda, kaldırım üstlerine park edip örneğin yangına yetişmeye çalışan itfaiye araçlarına mani olanlar da onlar.
Mine Kırıkkanat da, Bekir Coşkun da yazılarında pek de haksız değillermiş diyesi geliyor insana… İnsanlarımız her geçen gün sosyal açıdan birbirlerinden o denli uzaklaşıyorlar ki, toplumsal referans noktaları hızla yer değiştiriyor. Dün yanlış olan bugün doğru, ya da dün doğru olan bugün yanlış oluveriyor bir anda. Ve kendini bilme, dengeli ve kontrollü davranma telaşı içinde olan bizler, buna anlam veremiyoruz. Yoksa, değişimin değişmeyen tek gerçek olduğunu tarih daha bizim gibilere öğretmedi mi?