Hayat-iş tahtiravalliniz dengede mi?

Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Yeni bir senenin başlangıcı ile birlikte insan önceki senelerde meşgul olamadığı ilgi alanlarına ya da hayatına mana katacağını umduğu yeni uğraşlar keşfetmeye daha çok zaman ayırmak ister. Ancak ilgi alanlarını da bir kenara bırakırsak görülmek istenen bir şehir ya da insanın sevdikleriyle en azından telaşsız uzunlukta bir tatile çıkmak istemesi gibi olağan hedefleri gerçekleştirmek bile zorlaşabilir. Sonuçta biz çalışanlar elbette işlerimizin bize bağşettiği kadar özgürlük alanı kullanmak ve hatta bu alanın gittikçe daralmasına tahammül etmekle mükellefiz. Bu yüzden de hayatımızdan sürprizler çalan sürprizlere hazırlıklı olmalıyız.
İnsanlara işlerinin nasıl gittiğini sorduğumuzda genelde ‘çok yoğun’ olduğu yanıtını alırız. Bu yanıtın  muhtemelen yarısı görüşülmeden geçen süreyi gerekçelendirme motivasyonu taşırken diğer yarısı da gerçekten yoğun olmakla ilgilidir. Yapılan araştırmalar da işyerlerinin gittikçe daha talepkar hale geldiğini doğruluyor ve ‘beyaz yakalıların’ başarılı olabilmek için eskiye oranla çok daha fazla saat çalıştığını ortaya koyuyor. Harward Business Review’nun (HBR) Amerikan’nın en çok kazanan %6’lık kesimi üzerinde yaptığı çalışmaya göre insanların %35’i haftada 60 saatten daha fazla çalışıyor.
Örnekle, grubunun %10’u ise haftada 80 saatten daha fazla çalıştığını belirtiyor, bir başka değişle haftada 5 gün 9 saatten ibaret standart bir mesainin neredeyse iki katı, yani bir haftada iki haftalık çalışma sığdırmış oluyorlar. HBR’nin araştırmasında sorumluluk, etki, coğrafi çeşitlilik gibi kriterlere göre ‘extreme jobs’ (uçtaki pozisyonlar) olarak nitelenen görevlerde ise (ör: yatırım bankası direktörü) haftalık çalışma 100 saatlerin üstüne kadar çıkabiliyor.
Peki medeniyet ilerledikçe, yaşam seviyesini yükseltme önem kazandıkça insanların daha çok çalışmak durumunda kalmasını, hatta tercih etmesini nasıl açıklayabiliriz? Bu konu elbette sosyolojik, ekonomik ve tarihsel birçok açılımı değerlendirmeyi gerektiriyor ancak kanımca en belirgin faktör iletişim araçlarının gelişmesi ve hız öğesi. 1844’te telegrafın, yaklaşık otuz yıl sonra da telefonun bulunması sürecini sanayi devriminin üçüncu aşaması olarak da adlandırılan bilgisayar ve internet çağı ile tamamlarsak ortaya yorumlanabilir bir resim çıkıyor. Gün geçtikçe iş hayatındaki herhangi bir etki ile tepki arasındaki bekleme süresi daralıyor.
Bir teklif metnini yurtdışına gönderdikten sonra bir kahve alıp masamıza döndüğümüzde ‘gelen kutusunda’ teklife dair ilk görüşleri ya da kafaya takılan soruları görebiliyor ve şaşırmıyoruz.  Gelen cevabı gözden geçirmesi için yönlendirdiğimiz iş arkadaşımız trafikteyken cep telefonundan metni takip ediyor ve geri arayarak gün sonunda hep beraber bir tele-konferans yapmamızı öneriyor. Her şeyin bu kadar hızlı gelişmesi, insanların, bilginin ve bilgi paylaşım araçlarının olanaklılığının bu denli yükselmesi, tekil bir olay üzerinde çok daha fazla etkileşimi, revizyonu, fikir çeşitiliğini mümkün hale getiriyor ve dolayısıyla hem operasyonel hem stratejik iş yükü artıyor. Standart bir mesai de böyle bir temponun ihtiyaçlarını karşılayamıyor ve sistem kendini yeniden biçimlendirmiş oluyor.
İnsanların gönüllüğü üzerine düşünürken de ‘talep edilme’, ‘fark yaratma’ ve ‘artan rekabet’ motivlerinin altını çizebiliriz. Bol etkileşimli, entelektüel olarak doygunluk sağlayan iş ortamı kişiden daha fazla şey talep ettikçe insan kendini daha değerli hissetmeye başlıyor. Bilhassa ücretlerle de paralel olarak yükselirse kişi ‘önemli bir şeyler başardığını ve karşılığını da aldığını’ düşünerek huzur buluyor. Zorunluluk tarafında ise birbirine yakın eğitim ve kapasite düzeyindeki insanların ortalamadan sıyrılabilmesi için hırs, adanmışlık ve dolayısıyla çok çalışma şart oluyor.
Elbette kürselleşme, üretim ekonomisinden hizmet ekonomisine geçiş, özel sektör sermayesinin artan birikimi ile sektörel rekabetin yükselişi, bireyselleşme trendi, mutlu çekirdek aile fikrinde parçalanmalar gibi üzerinde tartışılacak birçok başka konu da sıralanabilir.
HBR’nin araştırmasına konu insanların yarısı tatillerini de sıklıkla ertelediklerini ya da iptal ettiklerini üstelik aslında zorunda kalmamalarına rağmen böyle yaptıklarını söylemişler. Bu psikolojinin sonu nereye varır derken insanın aklına hergün 7NJ saat uyumak biraz fazla tembel bir alışkanlık mı düşüncesi geliyor. İlgilenenler konuyla ilgili ‘çok-fazlı uyuma’ konseptini araştırabilir.
Peki ya sizin hayat-iş tahtıravalleniz dengede mi, daha da önemlisi gerçekten tam olarak dengede mi olmasını isterdiniz yoksa birinin ağırlığını arttırarak iyice tahtaya vermesini ve diğerine biraz (ne kadar?) tepeden bakmasını mı tercih ederdiniz? Eğer öyleyse –iki olasılık yönünden de bakarak- bunun bedelini ödemeye hazır mısınız?