Ben, benim, şimdi

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Günümüzün bizlere dikte ettiği yoğun tempo içinde, bir o yana bir bu yana koşuşturup dururken, arada bir soluklanmak için sırtımızı koltuğa yasladığımızda bir ürperti alıyor benliğimizi. Bu acele neden? Bizi güden nasıl bir hırstır ki o koşuşturmada kim olduğumuzla, yaptıklarımızı neden yaptığımızla ilgili kendimizi hiç sorgulayamıyoruz bile! Hızla tüketiyoruz duyguları, ilişkileri, doğayı, zamanı…
Birbirimizle konuşmuyoruz : SMS veya MSN mesajları haberleşmenin yeni şekli oldu çoktandır. Aşıklar birbirlerine karşı besledikleri eşsiz duyguları mail yoluyla paylaşıyorlar; romantizm çöktü, anlamsızlaştı… Aşkın vazgeçilmezi duygu yüklü sözcükler ağızlardan çıkmıyor, parmakların ucundaki tuşlarda hayat buluyor, bir süredir. Şiirler, anı defterleri artık popüler değil… Güzel bir müzik çoktandır bizi kavrayıp bulutların üzerine götürmüyor. Bir kitap uzunca zamandır arkadaş sohbetlerinin konusu olmuyor.
Peki ya ne oluyor? Günümüzün uzun zamanını, yaşadığımız kentin karmaşası içinde etrafımızla ve zaman zaman da kendimizle kavga ederek geçiriyoruz. Kendimize, sevdiklerimize ayırabileceğimiz saatleri ne yazık ki trafiğe teslim ediyoruz. Uzun ve yorucu gününün sonrasında, televizyonun karşısında dizilere mahkum olmayı seçiyoruz. Evimize konuk olan oyuncuların reyting canavarı önünde nasıl terlediklerini ve arada bir buna nasıl kurban edildiklerini farkına varmadan, izliyoruz dizileri. Bunlardan kaçı yaşantımıza bir şey katıyor, kaçı bizi gerçekten zenginleştiriyor, bu da işin tartışılır diğer yanı!
Hal böyleyken sevdiklerimize, bizden ilgi bekleyenlere gerektiği gibi vakit ayırabiliyor muyuz? Hobilerimizle kendimize bir şeyler katabiliyor muyuz? Yoksa tamamen tekno-meknanik yaşantı içinde, bir oraya bir buraya savrulup gidiyor muyuz? Çağın acımasızlığı işte burada: O kadar hızla yaşıyoruz ki, kırıp döktüklerimizi toplamak şöyle dursun, onların farkına bile varamıyoruz. Bir şeylere, bir yerlere yetişmenin telaşı içinde kendimizle çok ilgili oluyoruz, kendimize bir faydamız olmadan…
Son Limmud’un konuşmacılarından Clive Lawton sunumlarından birini açarken, günümüz yaşantısına yönelik bir tespitte bulunmuştu : Yaşantımızın çoktandır, tamamen bencil bir eksene oturduğunu ifade ederken “me – mine – now” ( ben – benim – şimdi ) üçgeni içinde nasıl sıkıştığımızı ve fast food kültürüne kendimizi nasıl teslim ettiğimizi, çok güzel betimlemişti… Bizler de onu, dudaklarımızda acı bir gülümseme ile dinlemiştik. Peki, Lawton’un söyledikleri o gün  salonu dolduran bizlerden kaç kişiyi etkiledi? Kaç kişi yaşantısında bir parantez açıp, sırtını koltuğa dayayarak düşündü orada bizleri acı acı gülümseten gerçekleri?
“Ben en iyisini yaparım, ben en doğrusunu bilirim, benimki en güzelidir” türünden saplantılardan uzak, bu zamanı bizlerle paylaşan diğerlerinin de olduğunun farkında yaşamak, onlara değer vermek, insanlar arası uyumu, anlayışı, etkilenmeyi getirecek, çağımızla ilgili toplumsal sorunların çözümünü kolaylaştıracaktır, şüphesiz…