Yeni Amerikan Rüyasi

- Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Klasik Amerikan rüyası Donald Trump benzeri işleri başarmayı ima eder. Fırsatlar dünyasında akıllı oynayıp doğru tercihleri yaparak ve risk alarak dev şirketlere sahip olmak, lüksün lüksünü yaşamak, daha çok kazanmak, daha fazla büyümek... Amerikadan yükselen trendler globalizasyon (veya sosyal bilimcilerin tercih ettiği kavramı kullanırsak McDonaldizasyon) sayesinde dünyanın en uç noktalarını bile kavururken, farklı milletlerden farklı farklı insanların özellikle 80’ler sonrasında bu hayalle yaşamaları da kaçınılmazdı.
Yeni akımların vitrini Hollywood’u 90’ların sonundan milenyuma geçerken incelediğimizde ise bu uç-zenginlik hayallerinin yerini farklı bir idealize yaşam resminin aldığını görüyoruz. Tezimizi açmak için örnekler üzerinden gidelim. İki filmi ele alalım, muhtemelen birçoğumuzun izlediği, izlemese de onlarca benzerinden birine rastladığı You’ve got Mail ve The Familyman filmlerini... Hatırlatmak için ilkinin tipik bir Meg Ryan filmi, ikincisinin ise Nicholas Cage’in başrolde yer aldığı bir film olduğunu söyleyelim. You’ve got Mail’de dev bir kitap alışveriş merkezinin açılışıyla, Meg Ryan’ın annesinden kalma sempatik, ufak kitapçısının ekonomik darboğaza girişini ve kapanışını görüyoruz. Bu noktada Amerikan kapitalizminin eleştirilişine şahit oluyoruz. Filmde bir yandan dev kitapçıyla, küçük kitapçı arasındaki ekonomik savaş sürerken, dev kitap merkezinin patronu ile ufak kitap dükkanının sahibi diğer yandan internette mail yoluyla birbirleriyle tanışıyorlar ve kim olduklarını bilmeksizin birbirlerine aşık oluyorlar. Sonrasını tahmin etmek zor değil... Bir süre geçtikten sonra, birbirlerinin kim olduklarını farkediyorlar, küçük çaplı bir aşk-nefret krizi yaşanıyor ve mutlu bir sonla aşkın üstün gelişi kutlanıyor. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz ise mutlu sonun aşkın sınır tanımazlığını ortaya koymasının yanında kapitalizmi romantize edişi, diğer bir deyişle seyirciyle barıştırışı... Yani, filmin kıssadan hissesi “para hırsı, ekonomik ihtirasların peşinden koşmak değerlerimizi alt üst ediyor, ama ekonomik başarının yanına ideal eşi, güzel bir aile yaşantısını eklediniz mi işte o zaman hayat toz pembe” şeklinde ortaya konuluyor.
The Familyman’de de durum çok farklı değil. Nicholas Cage başarılı, çalışmaktan başka bir şey bilmeyen, fazlasıyla hırslı bir iş adamı. Ferrari’sine binen, lüks bir apartman dairesinde yaşayan, tek gecelik ilişkiler yaşayan, geleneksel değerlere pek kulak asmayan biri... Bir gün yatağına yatıyor ve bambaşka bir hayata uyanıyor. Klasik Amerikan orta sınıf yaşamına... Müstakil bir ev, çocuklar, güzel bir eş... Uzatmadan söyleyelim, başta zorluk çeken, bu mutlu aile resminden nefret eden, eski ambalajlanmış hayatını arayan adam bir süre sonra içinde bulunduğu yeni hayatın “ideal” olduğunu kavrıyor ve önceki yaşamında yıllarını boşa geçirdiğini düşünüyor. Ve rüyadan uyandığında, kendi hayatı, yüksek statüsü, serveti, hızlı yaşamı onun için hiçbirşey ifade etmemeye başlıyor. Yine benzer bir mesaj ile karşı karşıya kalıyoruz... Büyük servetler ve değerlerin kaybolması: kötü. Daha az varlık (ama yine de varlıklı bir yaşam) ve sevgi dolu bir yuva: ideal.
Bugünün Amerikan rüyası, geçmişinkinden farklı. Bugünün idealize edilen yaşamı, aşkın, mutlu aile profilinin ekonomik güçle birleştiği Amerikan orta sınıf yaşam tarzı. Paraya yüklenen değer azaldı mı? Hayır, tam tersine güçlendi, para kendini temize çıkardı. Öyle ki, “dünyadaki tüm kötülüklerin babası”, “saadet getirmeyen” gibi etiketlerle imajı düşen para, daha fazla taşıyamadığı klasik Amerikan rüyasını bırakıp, yeni idealize yaşam üzerinden bu yaşamın gerektirdiklerini sağlamak, “mutlu aile”nin “mutluluğunu” bozmamak, eşe, çocuklara karşı vazifeleri yerine getirmek için “olmazsa olmaz” konumuna geldi.
Uzun lafın kısası, sistem kendini akladı.