Ayricalikli olani ‘tanimak`

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

İnsanı çileden çıkartan trafiğinin yanısıra, yaşadığımız şehir akıl almaz bir metropol. Günü ve geçmişi aynı anda soluyoruz. İstanbul’u büyülü kılan da bu değil mi?
Pazartesi günü Prof. Stanford Shaw’ın cenaze töreni için Ortaköy’deki Etz Ahayim Sinagogu’ndaydım. Yaklaşık bir yıl kadar  önce aynı yerde Prof. Jak Deleon’a son görevimizi yerine getirmiştik. Bir edebiyatçı ve bir bilim adamı; “İstanbul”un eski/sevilen bir yöresi olan Ortaköy’de “tarih” hep birilerini buluşturuyor sanki..
Stanford Shaw’u sadece kitaplarından tanıdım. İlkokul yıllarına kadar İngiltere’de, yaşamının büyük bölümünü Amerika’da geçiren ünlü tarihçi için Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Ali Doğramacı: “Stanford Shaw hakkında bir konuşma yapmam gerektiğinde, düşündüm. Ben bir mühendisim. Mühendisler ölçer. Bu insanın çapı ise bir ülkeye sığamayacak kadar büyüktü. Doğası, birleştirici özellikler kapsıyordu. Kolay değil, fakat büyük bir insandı. UCLA’dan Bilkent’e gelmesi için sekiz yıl boyunca 35 mektup yazdığımı hatırlıyorum.” dedi.
Bilkent Üniversitesi’nde uzun yıllar Osmanlı Tarihi dersleri veren Shaw anısına törende konuşma yapan herkes ortak bir cümlede buluştu: “Onu tanımak bir ayrıcalıktı.”  Aşkenaz Cemaati de bu ayrıcalıklı insan için ebedi istirahat yerinin, Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün dişçisi Dr. Sami Günzberg’in yanında olmasını uygun gördü.
Sinagogdan çıkarken arkamda duran Marmara Üniversitesi’nden bir öğretim görevlisinin: “Shaw, eşi Ezel Hanım’la nasıl tanışmış?” sorusuna biraz kızarak, “İnsanların özel yaşamlarını nerden bileyim”, dedim. “Hanımefendi, bir insan Amerika’da yaşasın, dünya çapında bir bilim adamı olsun, Türkiye’ye gelsin, aile sahibi olsun ve Ortaköy’de bir sinagogda son yolculuğuna uğurlansın. Sıradan bir yaşam değil ki...”
Huzur içinde yatsın.
* * *
Geçtiğimiz Çarşamba günü gazeteden arkadaşlarla Darphane-i Amire’nin yolunu tuttuk. Akşam vakti işten çıkıp şehrin öbür ucuna gitmek bayağı iyi oluyor. Gece vakti aydınlatılmış sokaklarda yürüdük. Erken geldiğimiz için Mehmet Günyeli’nin Hindistan’ını da ziyaret ettik. Karanlıkta bir ışık gibi patlayan biri birinden canlı fotoğraflar kendileri için konuşuyorlardı. Güzel bir rastlantı, Günyeli’nin de o akşam sergi mekanında bulunması, içeriğe bir farklılık kattı doğrusu.
O akşam  Darphane’ye, Prof. Jak Deleon anısına düzenlenen İstanbul Yazarları Festivali’nin açılış gecesine katılmak için gittik. Zamanında Deleon’la bir röportaj yapan arkadaşımız Çela Yuna, söyleşiden çok etkilenerek bu projeyi gerçekleştirdi. Mekan seçimi fevkaladeydi. Yaşasaydı, Deleon bile etkilenirdi. Gerçi Jak, pırasa köftesini çok severdi, ama keşke ikram daha az olsa konuşmalara ise daha çok dinleyici katılsaydı. Bu da iyi bir basın ilişkisi ile gerçekleşirdi. Dilerim önümüzdeki yıllarda bu olay Prof. Deleon’un senelerini geçirdiği Boğaziçi Üniversitesi’nin şemsiyesi altında yapılabilsin, hatta Deleon adına bir vakıf kurulsun. O zaman atılan adımlar kalıcı bir platforma oturur.
Gece, yapılan konuşmaları dinledim; belgesel sunum başlarken gitmek durumundaydım. Sokağa çıktığımda aydınlatılmış parke taşlarda yürürken, barkovizyondan Jak’ın sesi geliyordu.
Bir varmış, bir yokmuş...
* * *
Perşembe günü UÖML sekizinci sınıf öğrencileri, değişim programı çerçevesinde, yedi Alman öğrenci ile birlikte gazetemizi ziyaret ettiler. Bir ders saati süresince Osmanlı Sefarad Enstitüsü Sorumlusu Karen Ş. Gerson ile bilgilendirdiğimiz genç dostlarımızla, öğrencilik günlerimi de anımsadım. Dilerim bir gün kendilerine tanınan olanakları ve ne denli şanslı olduklarını farkederler.